ANA HATLARIYLA TÜRK DÜNYASI ORTAK TARİHİ - I

 

1- GİRİŞ

Tarih, devletlerin iniş çıkışlarıyla doludur. Binlerce yıl içinde birçok medeniyet kurulmuş, sonra bu medeniyetler yıkılmıştır. Bugün yeryüzünde gezerseniz bu medeniyetlerden birçoğunun enkazı ile karşılaşabilirsiniz. Kur’an-ı Kerim ve diğer kutsal kitaplar, inananları ders alsın için, bu enkazlara işaret der, o yok olan kavimlerin hikâyelerini anlatır.

Bazı topluluklar güçten düşünce yok olmamışlar; sonra tekrar güçlenerek tarih sahnesine çıkmışlardır. Onun için kimileri, tarihi “toplulukların sarkacı” olarak niteler; her milletin tarihinde inişler, çıkışlar vardır. Bir denizin met cezirleri (gelgitleri) gibi, biteviye yükselişler alçalışlar…

Türk tarihi de bu bakımdan gerçek bir sarkaç gibidir. Milletimiz birkaç defa tarih sahnesinden tamamen yok olma noktasına gelmiş, sonra tekrar hayat bulmuş ve güçlenerek tarih sahnesine çıkmıştır.

Tarih ibret alınmak içindir. Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan durum, Türkçe konuşan ülkeler için yeni birlikteliklere gebe bir dönemin başlangıcı olmuştur. Avrupa Birliği, üstelik aynı dili konuşmayan ve aralarındaki benzerliklerin bizimkine göre çok az olduğu ülkelerin ortaya koyduğu bir denemedir. Sovyetler Birliği de sosyalizm ideolojisi etrafında birleşen 15 devletin oluşturduğu bir birliktelikti. Bizim de çok daha fazla benzerliğe sahip topluluklar olarak, birlik için gayret sarf etmemiz son derece mantıklıdır. Bunun şartları nasıl ve ne zaman oluşacaktır? Bu mümkün olacak mıdır? Bölgemizde hâkimiyet mücadelesi yapan güçler, Rusya, Çin, ABD, AB, Japonya, Hindistan, Pakistan, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye ve İran, Türkçe konuşan ülkelerin birbirlerine yakınlaşma fırsatını değerlendirmelerine engel mi olacaktır, destek mi olacaktır? Veya hangileri destek olacak, hangileri engel olacaktır? İşte bütün bu soruların cevabını ararken tarihten ibret almak, geçmişin tecrübelerinden yararlanmak durumundayız.


Aynı dönemde yaşayan Türk devletleri ve onların başındaki hanedanlar birbirleriyle niçin kıyasıya mücadele ettiler? Uzlaşma ve “ortak düşman” belirleyip onun karşısında birlikte hareket etme imkânları yok muydu? Yoksa o günün şartlarında bu kıyasıya mücadeleler kaçınılmaz mıydı? O zaman bugün böyle “kaçınılmazlıklar” olmaması için nelere dikkat etmek gerekir? Günümüzde ortak düşman dışında sebeplerle de birleşme arayışları mümkündür ve vardır. Ama geçmişte başka bir sebep yoktu.

Bununla birlikte tarihi olaylar, yaşandığı dönemin şartları içinde irdelenmelidir. Bugünden bakarak, bugünün şartlarına göre hüküm vermek son derece yanlış olur. Onun için Türk Denizinin çekilme dönemlerinin çekilme sebepleri üzerinde dururken “kardeş kardeşi kırdı” vs. gibi yaklaşımlardan kaçınacağız. O günlerde elbette “Türklük” bilinci vardı. Ancak devletler, devletin tebaası veya asli unsuru olan millet yerine, hatta devletin kendisi yerine, devletin başındaki hanedanın, ailenin hatta sadece Hakan’ın menfaatlerine göre politika belirleyebiliyordu. Bundan kurtulanlar, devletin menfaatlerine göre politika şekillendirenler daha güçlü oldular ve daha uzun hüküm sürdüler.

Bizim tarih sahnesinde son cezrimiz, 1552’de Rusların Kazan’ı işgal etmesiyle başladı. Dikkat edilirse aynı dönemde Osmanlı devleti ihtişamının zirvesindeydi. Ama ulu çınar içten içe çürümeye başlamıştı. Kanuni Sultan Süleyman Han’ın oğlu şehzade Mustafa’yı kadın sözüne kanarak astırması, devlet işlerinde gözü dönmüş bir iktidar hırsının etkili olması vb. yanlışlar o dönemde başlamıştı.

*                                            *                                                       *

Tarihin kadim dönemlerine, daha doğrusu tarih öncesi dönemlere gitmekten, Türklere “dünyanın en eski milleti” vasfını kazandırmaya yönelik gayretlerden uzak durduk. Arkeolojik bulgular bizi çok eskilere götürüyor. Ancak bir topluluk olarak “Türk” varlığının modern dönemlerin “millet” kavramına uygun şekilde oluşmaya başladığı M.Ö. 4000 yıllarından öncesine gitmeye gerek yoktu. Çünkü o tarihlerde, yani 7-10 bin yıl önce yaşayan toplulukların devlet kurup kurmadığı, dil, din, yiyecek, giyecek, örf ve adetler, müzik gibi kültür unsurları bakımından sosyal bir grup olarak ne kadar gelişmiş ve çalışılabilir oldukları konusundaki bilgiler yetersizdir.  Bununla birlikte o dönemdeki toplulukların bugünün modern sosyolojisinin çalışma alanına girecek bir sosyal yapı oluşturmadıkları söylenebilir. Antropolojik ve arkeolojik çalışmalar bu ifademizi desteklemektedir.

Kaçındığımız diğer bir konu Proto-Türklerin yaşadığı coğrafya konusu oldu. Bununla ilgili iddialar spekülâsyon olmaktan öte bir değer taşımamaktadır. Takdir edilebilir ki, günümüzün etnik farklılıklarını farklı siyasi kimlik oluşturma niyetlerine mesnet yapmak isteyen Kürtçülere karşı, Proto-Türklerin Ön Asya’da yaşadığı hipotezi, etkili bir mücadele aracı değildir.

Türk Dünyası Ortak Tarihi” yazmanın ana sebebi, Türk Dünyası’nı bir bütün olarak algılama ve sunma niyetidir. Dolayısıyla ortak geçmişimizi, fiziki genişlemeyle birlikte ve belki de onun bir sonucu olarak ortaya çıkan siyasi uzaklaşmayı ve ayrı siyasi oluşumların macerasını, yine ortak tarih bilinciyle ele almaya çalıştık. 1552 Kazan’ın Ruslar tarafından işgalini bir dönüm noktası kabul ettik. 1552’ye kadarki dönemi bir başlık halinde inceledik. Ondan sonraki coğrafi genişleme ve siyasi uzaklaşmalar, Hazar’ın batı ve doğu tarafını iki alt başlık halinde ele almaya bizi götürdü. Türkiye Tarihi bu kitabın hedef okuyucu kitlesi tarafından zaten biliniyor varsayılarak çok kısa geçildi.

Bugünkü Türk Dünyası birliği için ders çıkarılacak dönem, işte bu 1552’yle başlayan dönemdir. Bu dönemde incelenecek ana başlıklar, Hazar’ın doğu tarafında ve batı tarafında (a) Rusya’nın büyümesi; (b) Osmanlı İmparatorluğunun duraklaması ve gerilemesi, (c) İran’da yönetimin giderek Farslaşması ve gerilemesi, (ç) Hindistan’da Türk İmparatorluğu’nun önce gelişmesi ve sonra İngiliz egemenliğine girmesi, (d) Doğu Türkistan’ın Çin kontrolüne girmesidir. Yani 1552’den sonrası bu alt başlıklar haline incelenecektir.

Türk Dünyası notlarının bu bölümünde, birincisi, Türk Dünyasında ortak bir tarih şuuru için öne çıkarılması gereken ana hatlar ortaya konmaya çalışılacaktır. İkincisi, dönemin şartlarını dikkate alan değerlendirmeler yaparken günümüze ibret olacak spesifik olaylar vurgulanacaktır.

 

2- ORTAK KÖKLER

Türklerin anavatanı Türkistan’dır. Bu Türkistan, tarihin çok eski zamanlarından beri meskûn bir coğrafyadır. Bu coğrafyada, Hazar Denizinden doğuya doğru, şu anda Türkmenistan, Özbekistan, Özbekistan’a bağlı bir özerk cumhuriyet olan Karakalpakistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan bağımsız cumhuriyetleri vardır, buraya Batı Türkistan denir. Afganistan’ın kuzeyinde Türkmen, Özbek ve Taciklerin yaşadığı küçük bir alan ve Hazar’ın güneyinde İran topraklarına kadar uzayan bir bölüm ki literatürde Güney Türkistan (bir bölümü Horasan) adını alır. Çin sınırları içinde de Sincan Uygur özerk bölgesi denilen Doğu Türkistan bulunur.

Türkistan tabiri, İslâm’ın bir hediyesidir. Bölgeye Müslümanlar gelinceye kadar bu coğrafyanın adı İran kaynaklarında Turan idi. Çin kaynaklarında Türk sözünün ilk defa M.Ö. 1328 yılında yazılmış metinlerde geçtiği belirtilmekle birlikte bir mekân ismi olarak Bizans kaynaklarında Turcia, 7. Asırda itibaren de Arapça kaynaklarda Türkistan sözü geçmektedir.

Kuzey’de bugünkü Rusya Federasyonu sınırları içinde İdil-Ural Türkleri, Başkurdistan, Çuvaşistan ve Tataristan özerk cumhuriyetlerinde yaşarlar. Rusya Federasyonu içinde İdil Ural’dan kuzeye Sibirya’ya doğru uzanan topraklarda yine Türkçe’nin çeşitli varyantlarını konuşan Tuvalar, Altaylar, Hakaslar, Saka ve Sibirler, Teleütler, Şorlar (Merkitler) vardır. Kuzey Kafkasya’da yaşayan Nogay, Karaçay, Malkar ve Kumuklar da Rusya Federasyonu içindeki soydaşlarımızdır. Bütün bu Türkçe konuşan veya Tacikler, Tatlar, Kırmançlar, Tâlişler, Zazalar, Hazaralar, Çerkez ve Çeçenler gibi, hatta Balkanlarda Boşnaklar gibi dili başka olup da bizimle akraba ve/veya kültürel yakınlık içinde olan toplulukların ilk ataları kimlerdir? Bunlarla ortak köklerimiz var mıdır? Varsa tarih içinde nerelerden başlar?

Yapılan kazı çalışmaları, Türkistan’ı içine alan geniş bir coğrafyada hiç olmazsa M.Ö. 4000’lerden bu tarafa, Türklerin ataları sayılan Proto-Türklere ait dibek, çanak, çömlek, kurutulmuş tuğladan yapılmış evler, hayvancılık ve ekincilik yapıldığını gösteren kalıntıları ortaya koymuştur. Tarihin eski dönemlerinden itibaren Türkler Türkistan coğrafyasının doğusunda, bugünkü Çin’in kuzeyinde ve Moğolistan coğrafyasında devletler kurdular.  Daha sonraki zamanlarda Hint-Avrupa kavimleri de bölgenin güney tarafına geldiler ve bir kültür alışverişi oldu.

Tarih kitaplarının yanı sıra şecere çalışmaları da insanların ve toplumların bu kendi soy sop geçmişini arama çalışmalarının ürünü sayılan gayretlerdir. Bilhassa Müslüman olduktan sonra bu şecere çalışmaları çokça yapılmıştır. Bunlara göre de Türkler de, Hz. İbrahim gibi, Hz. Nuh’un Yafes isimli oğlundan gelirler. Yafes’in oğlu Azer, Azer’in oğlu Türk…

Tekrar ifade eldim ki, tarihin eski dönemlerinden itibaren Türkler bu Türkistan coğrafyasının doğusunda, Bugünkü Çin’in kuzeyinde ve Moğolistan coğrafyasında devletler kurdular.

Moğollarla tarih içinde ne zaman ve ne şekilde karşılaştığımız ve/veya farklılaştığımız çok açık değildir. Hun devletini (M.Ö. 220- M.S. 216) onlar da bizim gibi kendi devletleri saymaktadır. Dolayısıyla farklılaşmanın ondan sonra cereyan ettiği düşünülebilir. Hun devletinden sonra bölgede Büyük Türk Hakanlığını önce Tabgaçlar (294-394), sonra Avarlar (394-552) sürdürmüştür. Büyük Hakanlığını 552’de Avarlardan alan Göktürkler (552-745), Hunlar zamanındaki güce erişmiş bir imparatorluk olmuşlardır. Göktürklerin son zamanlarında İslâm’la tanıştık. Bilge Kağan kitabesinin yazıldığı yıl olan 735’ten sadece 16 yıl sonra 751 yılındaki Talas savaşında Taşkent’teki Göktürk prensinin ve Issık Göl civarındaki Karlukların, Çin ordusuna karşı, Müslüman Arap ordusunu desteklediği biliniyor.

Öztuna’dan alınan bilgilere göre Göktürklerden sonra Büyük Türk Hakanlığı şu devletlerle devam etmiştir: Uygurlar (745 – 845), Karahanlılar (845-1040), Selçuklu (1040- 1308), İlhanlı (1308 – 1335), Çağataylar (1335 – 1370, Timurlu (1370-1447), Osmanlı (1447 – 1922), Türkiye (1922- 1990). Bu devletlerin hiçbiri kendine Büyük Türk Hakanlığı demiyordu. Bu, Atsız ve Öztuna gibi bazı tarihçilerin günümüzde yaptığı bir tanımlamadır. Bu devletlerin her biri zamanında Gazneli, Harezm, Memluk ve Safevi gibi başka Türk devletleri de vardı; kimi Büyük Türk hakanlığını metbu olarak tanıyordu, kimi de bağımsızdı.

Bugün de mevcut Türkçe konuşan bağımsız devletlerden hiçbirisi “Ben Büyük Türk Hakanlığıyım” demiyor, dememelidir de. Bugünü, geleceğin tarihçileri değerlendirecek ve meselâ “Büyük Türk hakanlığını Türkiye devam ettirdi veya Türkiye’den Özbekistan’a geçti veya Kazakistan’a geçti” diyeceklerdir. 

Bugünün Türkçe konuşan bağımsız devletlerinin hemen hepsi kendi tarihini geriye doğru, Göktürklere, hatta Karahanlılara kadar götürüyor. Yani Hunlardan Karahanlılara kadar olan geçmişi, herkes kendi geçmişi kabul ediyor. Bu kabul, birlik yolunda son derece olumludur. XI. asırdan itibaren Türkler, Ortadoğu’ya, Anadolu’ya, Hindistan’a ve Mısıra yayılmaya ve farklılaşmaya başladılar.

Anadolu’daki Türk tarihi, bu kitabın okuyucu kitlesinin çoğunluğu tarafından iyi bilindiği varsayılarak, üzerinde fazla durulmadı. Şu kadarını ifade edelim ki, Anadolu’daki Türk devleti Batı Türk Hakanlığını oluşturdu ve Selçukludan itibaren Büyük Türk Hakanlığı çoğunlukla batıda kaldı. Moğol (İlhanlı) hâkimiyetinden sonra Osmanlı, bütün Türk tarihinin zirvesi olarak Büyük Türk Hakanlığını uhdesinde temsil etti.

Büyük Selçuklu Devletinin parçalanmasından sonra, bölgede bir süre Harzemşahlar hükümran oldu, fakat Cengiz Han’ın 1206’da kurduğu Moğol İmparatorluğu hâkimiyeti ele geçirdi.

Cengiz Han daha sağlığında İmparatorluğu oğulları arasında pay etmişti. Cengiz’den sonra oğulları, bölüştükleri topraklarda Altınordu (Bugünkü İdil-Ural Bölgesinde), Çağatay (Türkistan’da) ve İlhanlı (İran, Anadolu ve Ortadoğu’da) devletlerini kurdular, birisi de Çin’de saltanat sürdü. Emir Timur, Çağatay hükümranlığını kendi uhdesine aldığında, İlhanlı da yerini Anadolu’da Osmanlı’ya, İran’da ve Doğu Anadolu’da Akkoyunlu’ya, Güneydoğu Anadolu’da Karakoyunlu’ya çoktan devretmişti. Toktamış Han’ı yenerek Altınordu devletine son veren Timur, Türkistan’da boy ve aşiret yapılanmasının bugünkü şeklini adeta son rötuşlarla oluşturuyordu. Altınordu’nun Toktamış Han’dan önceki hanlarından Özbek Han (1313 – 1341)’dan dolayı Özbekler denilen asker ve göçebe aşiretler, bugünkü Kazakistan, Kırgızistan ve Fergana vadisine, Özbek Han’ın seferleri sırasında dalgalar halinde bölgeye gelip yerleşiyorlardı.

Emir Timur ve çocuklarının hâkimiyetinde Türkistan kısa süren parlak bir dönem yaşadı. Fakat daha sonra bir taraftan Timurlularla Cengiz nesli arasında, bir taraftan da bu hanedanların kendi içinde sürüp giden hâkimiyet kavgaları Türkistan’da güçlü bir devlet ortaya çıkmasını engelledi. Timurlulardan sadece Hüseyin Baykara (1469 – 1506) Horasan’da tutunabildi; Herat başkent olmak üzere bugünkü Afganistan ve İran topraklarının bir parçası olan Horasan’da bir medeniyet ve ilim dönemi yaşandı. Baykara’dan sonra Özbekler Herat’ı da aldı. Hanedandan Babür, önce Fergana’ya çekildi, sonra hâkimiyeti Özbeklere tamamen kaptırınca Hindistan’a gitti ve orada Hindistan Türk Devletini kurdu. Ve Doğu Türklüğü, Türkistan coğrafyasında bir inhitat dönemine girdi. Bölgede birkaç yüzyıl, kurulan Hanlıklar, Emirlikler ve bunların hanedan mensupları arasında hâkimiyet mücadeleleri sürüp gitti.

Timur, Altınordu devletini yenmekle, Rusların kuvvetlenmesine ve 1480’den itibaren tarih sahnesinde boy göstermesine vesile oldu; Osmanlı ordusunu yenmekle de Türklerin Bizans politikası 50 yıl ertelenmiş oldu. Bununla birlikte Timur, Turan fikrine sahip bir devlet adamı olmakla hayatının son zamanlarında “Sultan-ı Turan” unvanıyla anıldı. Toplam olarak 137 yıl sürmüş olan Timurlular dönemi (1370 – 1507), Türkistan’da bir Rönesans dönemi olarak nitelenir (Kösoğlu, 1987).

Timurlular döneminden Timur’dan başka iki şahsiyetin tesirleri günümüze kadar gelmiştir (Hayit, 2004, sf.5–6): Bunlardan birisi Emir Timur’un, oğlu Şahruh’tan olan torunu ve Timurlu hükümdarı Uluğ Beg’dir. Uluğ Beg (1394–1449) doğuda astronomi ilminin son ve en büyük temsilcisidir. Uluğ Beg, 1018 yıldız tespit etmiş, bir yılın, 365 gün, 6 saat, 10 dakika, 8 saniye (bugünkü bilgilerimizden sadece 1 dakika 2 saniye kısa) olduğunu hesaplamıştır. Yakın arkadaşı ve öğrencisi Ali Kuşçu, Uluğ Beg’in öldürülmesinden sonra astronomi ve diğer alanlardaki çalışmalarını İstanbul’da sürdürmüştür.

Dönemin diğer büyük şahsiyeti Ali Şir Nevai (1441 – 1501), Hüseyin Baykara’nın (1469 – 1506) Herat’taki sarayında devlet adamı ve şair olarak, hükümdarın yakın dostu olarak yaşamıştır. Yazdığı Türkçe şiirlerle, kendisine sonradan “Türk Dilinin Şairler Sultanı” unvanı verilmiş, doğunun meşhur beş aşk hikâyesini mesnevi tarzında anlatan “Hamse” yazarları arasına girmiş, Türk dilinin Fars ve Arap dillerinden geri olmadığını, mantıken daha ileri olduğunu her vesileyle vurgulamıştır.

Boy ve aşiret yapılanması bakımından Özbek – Kazak ayrışması da o dönemlere rastlamaktadır. Altınordu devletinin yerine o günlerde kurulmuş olan Kazan Hanlığı yanında diğer hanlıklardan birisi, yukarıda Volga ve Ural nehirleri arasında egemen olan Nogay hanlığı, diğeri Cengiz Han’ın torunu olan Şeybani Han soyundan gelen Özbek Han ahfadından ve Semerkant’ta hâkimiyeti Timur oğullarından alan Ebu`l Hayr Han`ın kurduğu Özbek (Şeybani) Hanlığı idi.

1428 yılında Altınordu Hanı Özbek (1312–1340) ahfadından Ebu`l Hayr Han, Sibir şehrinde Han ilân edildi. Bu hanlığın tebaasına o yıllarda Özbek denildiği anlaşılıyor. Ancak yine Cengiz torunlarından Urus Han’ın soyundan geldikleri için Özbek halkına kendilerinin baş olması gerektiğini iddia ederek isyan eden Canıbek ve Kerey sultanlar, Ebu`l Hayr Han’a karşı mücadelelerinde yenilerek kendilerine bağlı bir grup (çoğunluğu Kanglı boyundan) aşiretlerle Çu havzasına göç ettiler.  Kazakların, Özbeklerden ayrı bir etnik grup olarak teşekkülünün, işte bu göçle başladığı söylenebilir.

Türkistan’da Ebu’l Hayr Han’ın kurduğu Şeybani Hanlığıyla yeni bir dönem başladı: Artık Timur’un kurduğu güçlü ve bütün coğrafyaya hâkim bir tek siyasi otorite yerine, Hanlıklara parçalanmış, birbirleriyle mücadele eden, dıştan gelen Jungar, Rus, Çin saldırılarına karşı işbirliği yapamayan küçük siyasi otoriteler dönemi.

Site içi arama

Site düzenlemesi Crystal Studio