2018 BAŞLARKEN DIŞ POLİTİKADA MAKAS DEĞİŞTİRME ARAYIŞLARI

II- BATI İLE RUSYA ARASINDA TÜRKİYE

Ne Amerika, ne Avrupa, ne Rusya, ne de Çin!

Önce Adalet, sonra kudret, hepsi beşer için!

Ahir zamanda «hikmet budur» yazacaktır kalem:

Bize gerektir hem bu dünya hem ebedi âlem

 

Üst not: Bu yazıyı hazırlarken Afrin’e operasyon henüz başlamamıştı. Şimdi artık mülahazalarımız ne olursa olsun, Mehmetçik için, ordumuzun muzaffer olması için dua ediyoruz. Ancak, zafer için dualarımız baki olmak üzere, son Suriye olaylarını, Türkiye’nin Afrin’de operasyon yaparak Kürt koridorunu engelleme girişimlerini ve sonrasını değerlendirirken de bu yazıdaki bakış açısını koruyorum.

Önceki yazımda Türkiye’nin Rus Jeopolitiğindeki yerini Aleksandr Dugin’in görüşlerini dikkate alarak değerlendirmiştim. Bu yazıda da Batının ve özellikle İngiltere ve Amerika’nın jeopolitik hedeflerindeki yerimizi belirlemeye çalışacağım.


 

SOĞUK SAVAŞTAN ÖNCE

Bizim Batı ile Rusya arasında denge veya tercih arayışlarımızı, Fransız ve İngiliz gemilerinin Karadeniz’e çıkmasına izin veren 1801 tarihli ferman ile başlatmak mümkündür. Bundan 32 yıl sonra, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’dan Anadolu içlerine doğru ilerlemesi karşısında II. Mahmut Rusya’dan yardım istemek zorunda kalır. İngiltere Mısır’da bir arayış içerindedir. Ruslarla Hünkâr İskelesi Anlaşması imzalanır ve Karadeniz’e diğer devlet gemilerini girmesi yine yasaklanır. Dönemin padişahı II. Mahmut’un “denize düşen yılana sarılır” sözü, bu yardım isteğini eleştirenlere cevap olarak söylenmiştir. Osmanlı’nın zayıflaması karşısında Fransa, İngiltere ve Rusya’nın bizim topraklarımızda cirit atmaları iyice artmıştır. 1839 tarihli Tanzimat Fermanı bu şartlarda ilan edilir.

Tercihimizi Rusya’ya karşı Batı yanında kullanmamızın ve Batı ile tam yakınlaşmamızın başlangıcı, 1853–1856 Kırım savaşı vesilesiyledir. Savaş esnasında Sivastopol’de ve savaş sonrasında Paris anlaşmasıyla Fransa ve İngiltere sureta Türkiye’nin yanında yer almışlardır. Rusya ile İngiltere arasındaki “Büyük Oyun” aslında bu dönemde başlamıştır denilebilir. Önceki dönemin padişahı II. Mahmut’un “denize düşen yılana sarılır” sözü aslında durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Rusya’nın sıcak denizlere inme çabaları ile Balkanları sürekli karıştıran politikaları karşısında İngiltere ve Fransa ile ittifak yapma gerekçemizi, hem de bu ülkelerin niyetlerinin ve bölgedeki menfaatlerinin farkında olduğumuzu, ama Rusya’ya karşı başka çaremiz olmadığını ifade etmektedir. Nitekim Osmanlı, Rusya karşısında bir süre (yirmi sene kadar) rahat nefes alma imkânı bulmuşsa da, Paris anlaşmasının ilgili maddeleri kâğıt üzerinde kalmış, Rusya da Balkanlarla ve Akdeniz’e inmeyle ilgili niyetlerinden bir süre için uzak durarak Türkistan ve Kafkasya’ya yönelmiştir. Tanzimat Fermanı yenilenmiş, halkın tabiriyle artık “gâvura gâvur demek yasak” olmuştur.

Türkiye-Batı-Rusya üçgeninde ilişkiler 1856 Paris anlaşmasıyla kabul edilen prensipler çerçevesinde günümüze kadar devam etmiştir. Türkiye o zamandan beri kendisini, batılı ülkeler arasında saymaktadır. Batının ise Paris anlaşmasının Türkiye’yi batı ailesine kabul eden prensibini nasıl algıladığı, bizi nasıl gördüğü, Kıbrıs’ı (1878), Mısır’ı (fiilen 1833’ten beri muhtar, ama tam kaybımız Lozan Anlaşmasıyla) İngilizlere karşı kaybetmemizden, Ermeni gailesinin çıkmasından itibaren açıktır. Birinci Dünya Harbinden AB ile ilişkilerimize kadar her olayda Batı bize kendi menfaatleri açısından bakmıştır. Amerika, Atlas Okyanusu’nun öbür tarafında Avrupa’nın “heva ve heveslerinden” biraz farklı yaklaşımlara sahip olsa da bölge ve Türkiye politikalarında, başlangıçta, Ermenilerin ve Rumların, hemen sonra Yahudilerin hamisi olma niyetinin etkisi hep hissedilmiştir.

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ

Batı ile ilişkilerimiz, İkinci Dünya Harbi sonrasında da, 1856 Paris Anlaşmasını imzalamamızı sağlayan tehdit algıları istikametinde gelişmiştir. Sovyetler Birliğinin Kars, Ardahan’ı istemesi, Monrö sözleşmesinin savaş gemilerini Boğazlardan Akdeniz’e çıkarabilecek şekilde yeniden düzenlenmesini talep etmesini elbette tehdit olarak algıladık. İkinci Dünya Harbini kazanan İngiltere ve ABD, müttefikleri Sovyetler Birliğini kısa zamanda karşılarında buldu. Şartlar bizi NATO’ya girmeye icbar ediyordu. Ancak 1946’daki ilk müracaatımız reddedildi, 1950’deki ikinci müracaatımızda üyeliğe kabul edildik. Soğuk savaş dönemi başlamıştı ve 1992’de Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar devam etti.

Amerika ile Rusya nükleer silâh kullanma korkusunun oluşturduğu dengeye dayanan gerekçelerle sıcak savaşa girmiyor, ama soğuk savaş olanca acımasızlığıyla devam ediyordu. Sovyetler 1956’da Macar bağımsızlık hareketini, 1968’de de Çekoslovakya’da Dubçek’in doğu blokundan ayrılma teşebbüsünü kanlı askeri müdahalelerle bastırıyordu. Rusya kendi egemenliğini garanti etmek için bunları yaparken Amerika da geri kalmıyor, meselâ CIA Endonezya’da Çin yanlısı “Endonezya Komünist Partisi’nin” iktidara gelme çabasını kanlı bir şekilde önlüyor ve Endonezya’da 500 bin insanın katline sebep oluyordu.  İki süper güç, aralarındaki savaşta birbirlerinin tepesine bombalar yağdırmıyorlar, fakat çeşitli gizli servis operasyonları ile binlerce insanı katlediyorlardı. Taraflardan kimin daha acımasız, daha vahşi olduğu konusunda bir hüküm vermek mümkün değildir.

Türkiye o soğuk savaş yıllarında da Moskova’nın hedefiydi. Türkiye’nin batı ittifakından kopartılarak Doğu blokuna katılması Moskova için batıya karşı kazandığı büyük bir zafer olacaktı. Türkiye’de ordu içinde bir grup ABD karşıtı, Moskova yanlısı sosyalist subay bir darbe hazırlığı içindeydi. Sosyalist subaylar darbe yapacak, Türkiye, NATO’dan ve batı ittifakından ayrılacak, Doğu Avrupa’daki Sosyalist Halk Cumhuriyetleri benzeri bir Sovyet uydusu haline getirilecekti. 12 Mart muhtırası aslında bu darbeye engel oldu. Bu, Moskova’nın aldığı çok önemli bir darbeydi.

Daha sonraki yıllarda da Rusya Türkiye emellerinden vazgeçmedi. PKK’nın, şimdilerde YPG’nin Moskova tarafından terör örgütü olarak kabul edilmemesi ve bu örgütlerin Moskova’da temsilcilik açmalarına izin verilmesi bu yüzdendir.

Soğuk savaşın sonuna doğru Sovyetler Afganistan’ı işgal etti. Afganistan’dan Rusların 10 yıl kadar kaldıktan sonra 1989’da çekilmesi bu işgale karşı Amerika’nın mücahit grupları desteklemesinin sonucudur. Ne var ki Ruslar Afganistan’dan çekildikten sonra da Afganistan durulmadı. Bugün Afganistan’da hala çıbanbaşı olan Taliban, İngiltere - Pakistan istihbaratı işbirliği ve ABD desteği ile ortaya çıktı. Amerikalıların Taliban’ı oluştururken El Kaidenin doğuşuna nasıl yol açtıklarını bir kaynaktan okuyalım:

“CIA, Afganistan savaşı sırasında Vahhabilerin yalnızca parasından değil aynı zamanda onların savaşçı özelliğinden de yararlanmak istemişti. “Ateist” Sovyet İmparatorluğu’na karşı bütün İslâm ülkelerinin ve Müslümanların desteklediği bir savaş, yani “cihat”, ABD’nin işine geliyordu. Vahhabi düşüncesini benimsemiş, kâfirlere karşı savaşı İslâm’ın temel şartlarından biri sayan 20 bin Arap mücahit, Afganistan savaşı sırasında Suudi devlet bütçesinden aktarılan milyonlarca dolar ve CIA’nın lojistik desteğiyle son derece önemli bir rol oynadı. Afganistan’ın CIA’nın desteğiyle radikalleşmesine ciddi katkıda bulundu. Usame Bin Lâdin, Eymen el-Zevahiri gibi el-Kaide liderlerinin de içinde bulunduğu, Afgan Arapları olarak adlandırılan mücahit grubunun liderliğini o dönemde Abdullah Azzam yürütüyordu. Azzam, CIA desteğiyle Peşaver’de bir irtibat bürosu kurmuştu. Büronun ana görevi, Ortadoğu ülkelerinden gönüllüler getirip savaşa hazırlamaktı. İşte, CIA desteğiyle kurulan bu büro, el-Kaide örgütünün habercisiydi. CIA’nın “Cihadın muhafızı” olarak adlandırdığı Abdullah Azzam, CIA’nın koruması altında bütün dünyayı dolaşmış, başta ABD ve Suudi Arabistan olmak üzere pek çok ülkede Müslümanları kâfirlere karşı Tanrı’nın kutsadığı savaşa, yani cihada çağırmıştı. Abdullah Azzam gittiği her ülkede “müzakere yok, diyalog yok, konferans yok; yalnızca savaş ve yalnızca silâh var” diyordu. O dönemde CIA, radikal İslami akımları Sovyetlere karşı kullanmak istediğinden, “sürekli cihat” çağrısını diri tutup, Afganistan’da birbiriyle çatışma halindeki etnik grupların tümünü birleştirdi ve onları Sovyetlere karşı son derece başarılı bir şekilde kullandı.

“Kuzey Pakistan’daki dini eğitim veren okullar, aynı zamanda birer askeri eğitim kampına dönüştürüldü. Öğrenciler, Suudi Arabistan’dan gelen Vahhabi öğretmenler, Pakistan istihbaratına mensup subaylar ve CIA ajanları tarafından eğitildi. Savaşın ardından ortaya çıkan Taliban, o okullardaki Vahhabi-CIA iş birliğinin ürünüydü. O okullarda 80’lerin ortalarında eğitilen genç fanatiklerin yeteneklileri seçilerek, ABD’nin yeşil berelileri, CIA ajanları ve Pakistan istihbaratının subayları tarafından birer gayr nizami savaş uzmanı haline getirildiler. … Neticede Kızıl Ordu Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldı. Afganistan savaşını ABD kazandı. … Afganistan savaşı bittiğinde başta “Afgan Arapları” olmak üzere Vahhabi hocalar tarafından yetiştirilmiş o gençler, “Ateist Ruslara” karşı zafer kazandıklarından hareketle, kâfirlere karşı kutsal cihadın bütün dünyada devam etmesi gerektiğine inanıyorlardı. … İşte 11 Eylül terör eylemlerinin, sözü edilen İslâmcı terörün köklerini ve sebeplerini yalnızca İslâm’da değil, aynı zamanda ABD’nin soğuk savaş stratejilerinde ve ABD yönetimlerinin kısa vadeli politikalarında aramak gerekir. Evet, ideolojik zemin Vahhabilik ve Selefiyeci İslâm’dır. Müslümanların çok küçük bir kısmını oluşturan Selefiyeci-Vahhabi İslâm anlayışını esas alarak “Afgan Cihadını” uluslararası İslami bir “Haçlı Seferi” haline dönüştüren ise CIA’nın bizzat kendisidir.” (Enver Altaylı, 2013, Ruzi Nazar CIA’nın Türk Casusu, Doğan Kitapları, Ankara, sayfa: 399-400)

SOĞUK SAVAŞ’TAN SONRA

Bugün de süper güçlerin hâkimiyet mücadelesi bitmiş sayılmaz. Ancak bugün ideolojisiz Rusya batı için eskisi kadar net bir düşman değildir. Amerika İkinci Dünya Harbi sonrasında düştüğü yanılgıya yine düşebilir. Komünizm, Rusya’nın hâkimiyet mücadelesinde kullandığı ideolojik gereçti. Komünizm çöktü diye Rusya’nın hedeflerinden vazgeçtiğini düşünmek ya safdilliktir, ya da komünist olmayan Rusya’ya çeşitli lobilerin inisiyatifiyle destek vermek gibi bir tercihe dayanır ki, ikisi de batının yanılgısı olacaktır. Hatta Selefi-Cihadist İslâm motivasyonlu terör iki ülkeyi ve Çin’i ortak tehdit algısı dolayısıyla yakınlaştırabilir. Irak ve Suriye’de DAİŞ bir süpürge vazifesi görmektedir. Müsebbibi Rusya ve/veya her kim ise, DAİŞ bunun için veya başka bir sebeple oluşturulmuş olabilir.

İkincisi soğuk savaş dönemindeki çatışmaların sıcak olmamasını sağlayan korku dengesi bugün de vardır ama Kuzey Kore gibi bir ülkenin elindeki nükleer güç, bir çeşit “serseri nükleer mayın” korkusuna yol açmaktadır. Kısacası iki süper güç arasındaki mücadele bugün daha çok oyuncuyla ve yeni yöntemlerle cereyan etmektedir.

Önceki yazımda da belirttiğim gibi, Türkiye-Amerika ilişkileri, 1 Mart 2003’te Amerikan güçlerinin Irak’a Türkiye topraklarından geçerek girmesine izin veren tezkerenin TBMM’de kabul edilmemesiyle başlayan bir değişim sürecinden geçiyor. Amerika ile aramızda bu fiili durumla oluşmaya başlayan güvensizlik, bugüne kadar azalmadan devam etti. Güven ortamının yeniden tesisi yönünde tarafların ne kadar ciddi çaba sarf ettikleri de ayrı ve ciddi bir araştırma konusudur. Süreç, Suriye krizinde Amerika’nın YPG’ye verdiği destek, 15 Temmuz’dan sonra ABD’nin Fethullah Gülen’i Türkiye iade etmemesi ve Zarrab davası gibi saiklerle iki ülke arasındaki güvensizliği artıracak şekilde devam ediyor.

Türkiye dış politikada tavrını belirlerken, kendi kızıl elmasını, yani jeopolitik istikametini unutmadan, diplomatik ve askeri gücünü, küresel ve bölgesel güçlerin jeopolitik hedeflerini, bölgemize yönelik politikalarını ve Türkiye algılarını iyi analiz etmelidir. Türkiye’nin genelde batı ile özelde ABD ile ilişkilerini bu açıdan irdelemek gerekir.

Meselâ İngiltere’nin, Türkmen Gazını Afganistan, Pakistan ve Hindistan üzerinden Hint Okyanusuna taşımayı hedefleyen “TAPI: Türkmenistan, Afganistan, Pakistan, India (Hindistan)” isimli projesi hayat geçerse bu Türkiye’nin öngörüsüzlüğünün bir sonucu olacaktır. Türkmen Gazı, Rusya ile İngiltere arasında yeni bir “Büyük Oyun” sebebidir. Türkiye, bu oyunda, elinde önemli fırsatlar olduğu halde rol alamamış, “Mavi Akım” projesiyle elindeki kozu Rusya’ya kaptırmıştır. Böylelikle kaybımız 10 milyar dolarla, Türkmenistan’ın kaybı ise 100 milyar dolarla ifade edilmektedir. Bu maddi kayıp dışında, terminal ülke olmamızın kazandıracağı siyasi avantajlar da cabası…

Günümüz Suriye olaylarındaki sıcak gelişmeleri değerlendirirken, Rusya ile Batı arasında 19. Asır başlarından beri yaptığımız tercihleri unutmamak gerekiyor. Bu tercihleri yaparken bir bedel ödedik; 1833’te Hünkâr İskelesinde İngiltere’ye ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya karşı Rusların yardımını sağladık ama Rusların Balkanlarda nüfuzunu artırmasına bir şekilde göz yumduk. 1856’da Ruslara karşı İngiltere ve Fransa’nın desteğini sağladık ama Mısır’da ve Ortadoğu’da İngiltere’nin etkisini artırması bedelini ödedik. 1974’te soğuk savaşın en hararetli döneminde, NATO üyesi olduğumuz halde, Kıbrıs davasında ABD’nin ambargosuna maruz kaldık.

Şimdi de “kırk katır mı kırk satır mı” sorusuna muhatap durumundan çıkmak, Amerika ile Rusya arasında süregelen hâkimiyet mücadelesinde yeni bir denge arayışına feda edilmemek için “kılı kırk yarmak” zorundayız.

Önümüzde görünen iki yol vardır: Suriye batağına daha fazla saplanmadan çıkmak veya sonuna kadar girmek. Afrin’e girersek (ki bu yazı biterken girmiştik) ikinci yolu seçmiş olacağız ve Fırat’ın doğusuna uzanmak kaçınılmaz olacaktır. Karar verme mevkiinde olanlar, şu an için en önemli, hatta tek karar kriteri olarak, çarpışacağımız düşmanınkiyle göreceli gücümüzü bizden çok daha iyi biliyorlar. “Göreceli” diyorum çünkü karşımızda sadece Amerika’nın desteklemediğini söylediği, Rusya’nın muhtemelen “onlar bizim ilgi alanımızda değil” dediği YPG/PYD olduğunu varsayamayız; bu safdilliktir. Amerika’nın da Rusya’nın da soğuk savaş boyunca neler yaptığını yukarıda Taliban-El Kaide örneğinde aktardım.

Velhasıl verilen karar isabetli olursa mesele yok. Her iki durumda da karar yanlış olursa, bunun bedeli ağır olacaktır.

Her şeye rağmen geleceğe ümitle bakmaya devam ediyoruz. Gün olur devran döner. Yukarıda değindiğimiz iki yol kısa vadede seçmek durumunda olduğumuz yollardır. Daha uzun vadede ise önümüzdeki hedef bataklığı kurutmaktır. Bu hedefe giden yolu sabırla adım adım döşeyeceğimizden kuşkumuz yoktur.

Bu yazıyı paylaşmak üzereyken, Türk Ordusu, Afrin’e girmiştir. Bu bizim bütün mülahazaları bir tarafa bırakıp dua edeceğimiz andır. Dualarımızla, sözlerimizle, yazımızla Mehmetçiğin yanındayız. İnanıyoruz ki, üç PKK/PYD teröristi değil, Amerikan merkez komutanlığı güçleri (CENTCOM) değil, Dünyanın en güçlü birinci sınıf orduları birlikte gelseler yine zafer bizimdir.

Site içi arama

Site düzenlemesi Crystal Studio