İkinci Dünya Harbi sona erdikten sonra Sovyetler Birliği, zafer kazanan tarafta olmanın avantajlarını kullanarak Doğu Avrupa ve Balkanlarda sosyalistleri destekleyip iktidara gelmelerine yardımcı oldu. Nazi Almanya’sına karşı böyle bir oluşuma hem yerli halk karşı çıkmadı, hem de batılı ülkeler itiraz etmedi. Ancak kısa sürede durumu fark eden Amerika Birleşik Devletleri, Haziran 1947’de Sovyetler Birliğinin de katıldığı “Avrupa Telâfi Programı” konferansında savaş yaralarını sarma çabası içine giren Avrupa ülkelerinin birbirlerine destek olmasını, gereken yerde de Amerika’nın yardımcı olmasını öngören bir plan teklif etti. İlk toplantıda Sovyetlerin sabote etmesiyle karar alınamadı ama Temmuz ayında iki defa daha toplanan konferansta Amerikan teklifi kabul edildi ve dönemin Amerika Dışişleri Bakanı Marshall’dan dolayı Marshall Planı adı verilen program uygulamaya kondu.  Bunu Amerikan emperyalizminin bir aracı olarak değerlendiren Stalin 5 Ekim 1947tarihinde Kominform kısa adıyla Dünya’daki komünist hareketleri koordine etmeyi amaçlayan bir örgütlenmeye gitti. Bu aslında 1919 yılının Mart ayında kurulmuş olan Komintern (Komünist Enternasyonal veya Üçüncü Komünist Enternasyonal) hareketini canlandıran bir hareketti. Komünist Enternasyonal, Hitler ile Stalin tarafından 23 Ağustos 1939’da imzalanan saldırmazlık anlaşmasından sonra bir daha toplanmamıştı. Troçki’yi bertaraf eden Stalin, savaştan sonra, onun fikirlerini hayat geçirmek için değil ama Sovyetlere karşı muhtemel tehditleri, çevre ülkeleri kontrol altına alarak bloke etmek için Dünya Komünist hareketini yeniden örgütlemeye gidiyordu! Kominform, Sovyetler Birliği yanında Polonya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Fransa, İtalyaKomünist Partisi liderlerini bir araya getirdi. Bu örgütün merkezi başlangıçta o zamanki Yugoslavya’nın başkenti Belgrad’daydı, daha sonra Yugoslavya’nın örgütten ayrılmasıyla Romanya’nın başkenti Bükreş’e taşındı. Komintern 1956 yılında Sovyetler Birliği tarafından feshedildi.

Soğuk Savaş başlamıştı. Komintern’e karşılık olarak 4 Nisan 1949’da Batı Avrupa Ülkeleri ve ABD tarafından Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO)[1] kuruldu. Sovyetler buna cevap olarak 14 Mayıs 1955 tarihinde sekiz Avrupa komünist ülkesini (Sovyetlere ilaveten Romanya, Doğu Almanya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Arnavutluk, Macaristan ve Polonya) bir araya getirdi ve politika ve güvenlik alanlarında işbirliği öngören Varşova Anlaşması imzalandı.


Stalin 25 Ocak 1949 yılında “Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma COMECON[2]” adlı bir örgütlenmeye de gitmişti. 1951 yılında Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve İtalya Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu anlaşmasını imzaladılar.Avrupa Birliği'nin temelleri 1951 yılında, üyeleri arasındaki kömür ve çelik endüstrilerinin yönetimini bir araya getirmek amacıyla kurulan ve kurucu üyeleri Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg olan bu Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'na dayanmaktadır. 1957 yılında ise gümrük birliği işlemlerini sağlayan Avrupa Ekonomik Topluluğu ve nükleer enerji çalışmalarını yürütmek için kurulan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom) olmak üzere iki yeni topluluk daha oluşturulmuştur. 1967 yılında, imzalanan Brüksel Antlaşması ile var olan 3 topluluk, Avrupa Topluluğu (AT) adıyla tek bir çatı altında toplanmıştır. 7 Şubat 1992 tarihinde yürürlüğe sokulan Maastricht Antlaşması ile ilk kez Avrupa Birliği terimi kullanılmıştır.

Böylece İkinci Dünya harbini sona erdiği 1945 yılından hemen sonra Sovyetler ve Batı arasındaki galibiyetin paydaşları olmaktan kaynaklanan iyimser dönem bitmiş, önce güvenlik ve siyaset, peşi sıra ekonomi alanında iki bloklu bir dünya ortaya çıkmış oluyordu. İki blok arasındaki soğuk savaş, nükleer silah kullanma korkusuna dayanan bir öngörü ile sıcak savaşa dönüşmeden, 1990’lı yılların başına kadar devam etti.  

1991’in sonunda Sovyetler Birliği’nin dağılması, dünya güç dengelerinde yeni bir dönemin habercisiydi ve aslında, daha önce Doğu Avrupa’da başlayan bir sürecin sonucuydu. Varşova Paktı ve Komekon üyesi olan Polonya, Doğu Almanya, Arnavutluk (1968’de çekildi), Çekoslovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerde bağımsızlık yanlısı ve komünist rejime karşı hareketler 1982’lerden itibaren başlamıştı. Polonya’da başını bir sendika lideri olan Leh Valessa’nın çektiği Dayanışma (Solidarite) Hareketi, ülkenin önemli merkezlerinde grevler yapıyor, rejim muhalifi toplantılara büyük kalabalıkları çekiyor, bütün bunlara karşı Moskova, daha önceleri 1957’de Macaristan’da ve 1968’de Çekoslovakya’da yaptığı gibi yapamıyor, etkin ve sert müdahalelerde bulunamıyordu.

1988’den itibaren önce Polonya, sonra diğer Doğu Avrupa ülkelerinde rejim birer birer yıkıldı. 1989’da Berlin duvarı tarihe karışmış, iki Almanya birleşmişti. Romanya’da Çavuşesko, Bulgaristan’da soydaşlarımıza zulmüyle tanınan Jivkov dönemi tarihe karışmış, Tito’nun Yugoslavya’sı, diğerlerinden biraz geç olmakla birlikte, ayrışma sürecine, yine diğerlerinden farklı olarak, kanlı bir biçimde girmişti.

Olaylar kısa zamanda Sovyetler Birliğini de etkilemeye başladı. Esasen öteden beri batının desteğini alan Baltık Cumhuriyetlerinde de Doğu Avrupa’dakine benzer olaylar yaşanıyordu. Gorbaçov yönetimi, aslında olanları önceden görmüş ve daha 1985’lerden itibaren glasnost (şeffaflık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikalarıyla Sovyetlerin ve Varşova Paktının kaçınılmaz olduğu anlaşılan dağılışını en az zararla gerçekleştirmeye çalışıyordu.

Nitekim Sovyet Cumhuriyetleri de 1990 yılında peş peşe egemenlik ilan etmeye başladılar (Türkçe Konuşan Ülkelerden Azerbaycan 23 Eylül 1989, Özbekistan 20 Haziran 1990, Türkmenistan 22 Ağustos 1990, Kazakistan 26 Ekim 1990, Kırgızistan 12 Aralık 1990). 1991 yılında önce Baltık Cumhuriyetleri (Estonya, Letonya ve Lituanya. Litvanya 11 Mart 1990’da bağımsızlığını ilan etmiş, fakat Sovyetler Birliği tanımamıştı) bağımsızlıklarını ilan ettiler. Gürcistan, Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldavya sıradaydı. 15 Ağustos’ta Moskova’da Gorbaçov’u hastalık bahanesiyle görevden uzaklaştırmaya yönelik bir darbe teşebbüsü olduysa da bazı ordu mensuplarının ve o zaman Moskova Belediye başkanı olan Boris Yeltsin’in tankların karşısında direnişi darbeyi önledi.

Bu arada Türk Cumhuriyetlerinin beklemedikleri, hazır olmadıkları bir bağımsızlık elde ettikleri yönünde yorumlar yapıldı. Oysa önceden başlayan süreçte, sadece Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinde değil, Türk Cumhuriyetlerinde de hareketler vardı.

Meselâ, 1986 yılının 16 Aralık (jeltoksan) günü Kazakistan’ın o zamanki başkenti Almatı’da öğrenciler ve aydınlar Kazakistan Komünist Partisi Birinci Sekreterliğine Dinmuhammed Kunayev’in yerine Moskova’dan bir Rus olan Genadi Kolbin’in gönderilmesini protesto ederek sokağa dökülmüşler, ancak ‘sistem’, bu gösterileri sert bir şekilde bastırmıştı. Olaylar esnasında kaç gencin hayatını yitirdiği bugün dahi net olarak söylenemiyor. Siyasi tarihe ‘Jeltoksan(Kazakça Aralık ayı) Olayları olarak geçen bu gösteriler, Sovyet sistemindeki ilk ciddi muhalefet hareketi olarak değerlendirilmektedir. Nitekim, Kazakistan bağımsızlığını 25 Ekim 1991’de ilan ettikten sonra, bu tarih değil de egemenliğe giden yolun başlangıcı olarak ‘jeltoksan esas alındı ve Kazakistan Parlamentosu tarafından bu 16 Aralık günü, Kazakistan’ın bağımsızlık günü olarak kabul edildi.

Öte yandan, yine Kazakistan’da o zamanki adı Semipalatinski olan vilayetinde yapılan yeraltı nükleer denemeleri dolayısıyla, Kazak şairlerinden Olcas Süleymanetrafında toplanan aydınlar 1987 yılında “Nevada-Semey Anti nükleer halk hareketi” adı altında bir dayanışma grubu oluşturmuşlardı[3]. Özbekistan’da da özellikle pamuk mono kültüründen ve Aral Gölünde suyun azalmasından kaynaklanan ekolojik faciaya karşı bilinçli bir aydın hareketi oluşuyor, bütün bunların müsebbibi olarak görülen rejim e muhalefet her geçen gün büyüyordu.

Nihayet 1990’ın hemen başında, birkaç ay önce bağımsızlığını ilan emiş olan Azerbaycan’ın başkenti Bakû’da Ermenilerin Karabağ’daki haksız tasarruflarına karşı halk mitingler düzenledi. On binlerce insanın toplandığı azatlık meydanında 19 Ocağı (Yanvar) 20 Ocağa bağlayan gece tanklar insanların üzerine gitti ve yine yüzlerce insan bu tankların altında ezilerek hayatını kaybetti. Bu olay da siyasi tarihe ‘yanvar olayları’ olarak geçti ve Sovyet sisteminin yıkılışında önemli bir başlangıç noktası olarak Azerbaycan’ın millî hafızasındaki yerini aldı.

Görülüyor ki, bağımsızlık kendiliğinden gelmedi ve sanıldığı kadar da ‘bedava’ olmadı. Sovyetler Birliğindeki Türkler, aslında Rus işgalinden beri, yani yüz yıldan fazla zamandır süren istiklâl mücadelelerinin sonunda bağımsızlığı elde ettiler. Eski Sovyet imparatorluğu’nun dağılmasıyla, Türkiye’ye kardeş cumhuriyetler olarak, Kafkas coğrafyasında Azerbaycan, ve Türkistan coğrafyasında Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan kuruldu.

1991 yılında, tarih sırasıyla, Kırgızistan (31 Ağustos), Özbekistan (1 Eylül), Tacikistan (9 Eylül), Azerbaycan (30 Eylül), Kazakistan (25 Ekim) ve Türkmenistan (29 Ekim) bağımsızlıklarını ilân ettiler.

Sovyetler fiilen sona ermişti. Hukuki tasfiye de 1 Ocak 1992’den geçerli olmak üzere, Gorbaçov tarafından imzalanan ve S.S.C.B. nin ortadan kalktığını duyuran kararnameyle oldu. BDT daha önce kurulmuştu. Artık tarihin bir sayfası kapanmış ve yeni bir sayfa açılmıştı.

Sovyetler Birliğinin Ekonomik İşbirliği Örgütü olan Komekonun ve Varşova Savunma Paktının ortadan kalkığı bu dönemde, tek kutuplu bir dünya oluşuyor, ardından küreselleşme rüzgârları esiyor; dahası, Türkistan Cumhuriyetleri’ni Afganistan, Azerbaycan’ı İran kaynaklı ‘radikal İslam’ tehdidi, birtakım ‘gizli el’ler tarafından dikkate değer bir şekilde ‘yokluyor’du. Bu yoklama, Çeçenistan’daki mukavemet tamamen kırıldıktan sonra birdenbire ortadan kalkıyor, 11 Eylül sonrasında ise, kökten dinci bir İslâmcı terör dalgasına karşı Amerika, Afganistan ve Irak’a giriyordu. Bütün bu şartlarda değişimi gerçekleştirmek gerçekten zor bir işti.

Türkiye, kardeş cumhuriyetlerin bağımsızlığını tanıyan ilk ülkedir. Türkiye’nin gururu olan bu davranış, kardeş cumhuriyetlerin yöneticileri ve halkları tarafından da hâlâ muhabbetle ve takdirle hatırlanmaktadır.

         *                   *                   *

Demek oluyor ki, daha 1990’a varmadan, Sovyetler Birliğinin kendini feshetmeye gittiği, Gorbaçov’un Glastnost (Aşikârlık) ve Perestroika (Yeniden Yapılanma) sloganları ile iyice belli olmuştu. Böylece bilim dünyasında hep tartışılan bir sürecin tersi gerçekleşiyordu. Marksist telâkkilerin de etkisiyle özellikle solcu aydınlar, hemen herkes materyalist diyalektik anlayışın etkisi ile tarihî sürecin kapitalizmden sosyalizme ve oradan da komünal topluma geçiş ile devam edeceğini düşünürken, sevgili Yakup Ömeroğlu’nun ifadesiyle, sosyalizmden kapitalizme geçiş süreci diye bir fiilî durumla karşı karşıya kaldık.

1985-1990 arasında Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist düzen, kalabalık toplantılarla yıkılırken Türkiye’de birçok milliyetçi muhafazakâr aydın, biraz da birbirine zıt iki duygu arasında kalmıştı: memnuniyet ve hayret. Memnunduk, çünkü komünizm;  Türkistan ve Kafkasya’da insanımıza çok zarar veren, onları kendi kimliğinden koparan, mankurtlaştıran komünizm çöküyordu. 

Öte yandan hayret ediyorduk. Çünkü yıkılışı simgeleyen başka bir olay yoktu; sadece büyük kalabalıklar toplanıyor ve gösteri yapıyordu. Bir de Polonya’da Walessa’nın önderliğinde işçi grevleri... Çoğumuzun kafasında Türklüğün ve esasen insanlığın can düşmanı olan komünizmin kâğıttan kaplan olduğunu doğrusu görememiştik. Bu bizler için, sevinilecek bir olgu idi şüphesiz. Fakat bu, biraz buruk bir sevinçti.

Sevincimizin niçin buruk olduğunu bu toplantıların birisi ile ilgili bir belgesel haberde görmek mümkündü: Sanıyorum Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de, kalabalık bir topluluk bir meydana toplanmış, hatipler konuşmuş, insanlar mevcut rejime kızgınlıklarını ve değişim arzularını sloganlar haykırarak dile getirmiş ve sonra toplantı sona ermiş, kalabalık dağılmıştı. Geriye kalan, zibil ve yapay bir tepede iki demir çubuğun arasındaki Lenin portresinin sökülmüş ve tepe üstü yere çakılmış görüntüsü idi.

Bir hafta sonra meydan temizlenmiş, tepe eski haline getirilmişti. İki demir çubuğun arasında biz yine Lenin portresi beklerken, görüntüyü yakınlaştıran kamera, karşımıza bir reklâm panosu çıkarmıştı. Panoda bir Coca-Cola şişesi ve yanında mini etekli bir genç kızın etek kısmı vardı.

Biz nasıl buruk olmayaydık? Düşman yenilmişti ama yenen biz değildik. Zaferi kazanan, insanın, arzu ve isteklerini tahrik ederek para kazanma yolunu tercih eden bir sermaye idi.

         *                   *                   *

Doğu Avrupa ülkelerinin yapısı ve şartları ile Sovyetler Birliği içinde kalan cumhuriyetlerin ve özerk devlet ve siyasî toplulukların, özellikle Türk ve Müslüman olanların yapısı ve şartları aynı değilse de, Sovyet sonrası dönemde ortak bazı değişimler her yerde yaşandı. Eskinin “partokratları” şimdinin zengin kapitalistleri oluyordu.

Serbest piyasa ekonomisinin bu “küresel” yani ülkeden ülkeye, toplumdan topluma değişmeyen özelliğine karşılık, Rusya’nın egemenliğini demir pençe haline getiren totaliter rejim, Doğu Avrupa’dan çok Sovyetler Birliğinde ve Türk Cumhuriyetlerinde daha bir süre devam edecek gibi duruyordu.

Gostplan”, yani merkezi plânlama, Moskova’dan yapılır ve bütün cumhuriyetler buna uymaya mecbur edilirdi. Moskova dışında kimseye inisiyatif bırakılmamıştı. Diğer yandan totaliter rejimin eğitim sistemi de, tek tip insan tipi “homo sovyeticus” yetiştirmeye çalışıyordu.

Homo sovyeticus gerçekleşmedi ama insanlar, özellikle Stalin zamanında aşırı baskıya dayanan uygulamalarla sindirilmiş yığınlara dönüştü. Sonraki yıllarda baskı hafiflerken, devam eden yanlışlıklarla bu yığınlar açlığı da tattılar.

Değişim döneminde bu iradesi alınmış topluluklar hâlâ sömürülmekte, BDT üyesi ülkelerde küresel sermaye, bu topraklarda insanların refahına değil, kendine hizmet etmektedir; her türlü ticaretten oluşan artık değer bunların cebine gitmekte, gelir dağılımındaki dengesizlik artmaktadır. Yani serbest piyasa ekonomisine geçiş, sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilememektedir. İnsanlar, on – onbeş yıl gibi kısa bir zamanda komünist dönemi arar hale gelmiştir.

Şimdi kardeşlerimiz bir taraftan serbest piyasa ekonomisine geçiş çalışmalarını gerçekleştirirken bir taraftan da demokratik değerleri benimsemiş bir ülkenin vatandaşları ve idarecileri olarak yetişmiş insan gücünü hazırlama çalışmalarını yapmak durumundadırlar.

Geçiş döneminde demokrasiye hâlâ geçilebilmiş değildir. Muhalefetin hayat hak hakkı bulduğu, partilerin hür irade ile kurulduğu çok partili bir parlamenter sisteme geçildiğini söylemek, KKTC ve Türkiye dışında hâlâ zordur; bununla birlikte bilhassa Kırgızistan’da ve bir ölçüde Kazakistan’da bu noktada ciddi ilerleme kaydedildiği görülmektedir.

Partilerin ve insanların siyasî farklılıkları yüzünden birbirine düşman olmadığı, birbirlerini hoş görebileceği bir zihniyete bütün dünyanın olduğu gibi bizim topluluklarımızın da ihtiyacı ve esasen hakkı vardır.

 



[1] İngilizce: North Atlantic Treaty Organization

[2] İngilizce: The Council for Mutual Economic Assistance, Rusçası:  Совет экономической взаимопомощи / Sovet ekonomicheskoy vsaymopomoshchi, СЭВ / SEV

[3] Nevada, ABD’nin yer altı nükleer denemelerini gerçekleştirdiği eyaletinin adıdır.

Site içi arama

Site düzenlemesi Crystal Studio