RUS YÖNETİMİNDE İNSAN FAKTÖRÜNÜN TAHRİP EDİLMESİ VE ETNİK MESELE

 

  1. Çarlık Dönemi

Rus Çarlığı 1552’de Kazan’ı işgal ettikten sonra sıcak denizlere inme arzusunu gerçekleştirebilmek için Kafkasya ve Türkistan’a yöneldi. Çarlığın bugünkü Kazakistan topraklarında ve daha güneydeki Türkistan hanlıklarında ilerlemesini kolaylaştıran sebeplerden birisi bölgedeki iktidar mücadelelerinde Rusların etkili olmasıdır. Meselâ Albay İgnatiyev başkanlığında 1858 yılında Buhara’yı ziyaret eden bir Rus heyeti, Buhara’ya Hokand emirliğine karşı askeri yardım yapmayı teklif etmiş, buna karşılık Buhara’da Rus tüccarlarının vergi muafiyeti ve ayrı Pazar yerine sahip olmaları, Rus gemilerinin Ceyhun nehrinde serbest dolaşımı gibi avantajlar sağlamıştır (Yalçınkaya 2010:10). İgnatiyev Çarlığa sunduğu raporda bölgenin derhal işgal edilmesinin mümkün olduğunu, askeri yardımla belki savaşsız bir fütuhatın mümkün olduğunu söylemiştir. İgnatiyev’in önerileri doğrultusunda harekete geçen yönetim daha önce tarih bölümünde bahsedilen şekilde 1552’den başlayan işgal hareketini, 1858’den sonra Buhara, Hokand ve Hive Hanlıklarına genişletmiş, böylece 1884’e kadar 332 yıllık bir süre içinde İdil Ural ve Türkistan topraklarını ele geçirmiştir. Durumu fark eden Türkistan Hanlıkları direniş göstermişlerse de bunda başarılı olamamışlardır. Dünya ülkelerinden yardım taleplerine karşı İngiltere Rusya’yı desteklemeyi benimsemiş, sadece Osmanlı olumlu cevap vermiştir.

1917 Bolşevik ihtilalinden önceki dönemde Rusya’nın Orta Asya’ya yönelik belirgin politikası kolonizasyondur. 1861 yılında Rusya’da yapılan bir reformla serflik kurumu ortadan kaldırılmıştı. Böylece kölelikten kurtulan Rus köylüsüne ziraat yapabileceği toprak verme meselesini yönetim bu köylüleri yeni işgal edilen yerlere yerleştirmek suretiyle çözdü (Palmer 1978’den nakleden Yaldız 2019).

Çarlık bölgede iki ayrı valilik oluşturdu: Bugünkü Kazakistan topraklarında Step valiliği ve güneyde, bugünkü Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan toraklarında Türkistan Valiliği. Yerleştirilen Rus köylüsü, kendi memleketinde serf iken burada imtiyazlı bir oligarşik tabaka oluşturmaya başladı. 19. yüzyıl sonlarında Rusya Kazakistan topraklarını devlet mülkü ilan etti. 20. yüzyıl başlarında Kazakistan’a gönderilen heyetlerin yaptığı traji – komik incelemelerle 2 milyon hektar arazinin hayvancılık yapan göçebe Kazak-Kırgızlara*** yeteceği, geri kalan 20 milyon hektardan fazla araziye Rus çiftçilerinin getirilip yerleştirilebileceği tespit edildi. Bu “fazla arazinin(!)” en verimli 14 milyon hektarına 1915 yılına kadar 2 milyon Rus getirildi. (Ölçekçi 2007: 26)


Bütün bu uygulamalar Bolşevik ihtilali öncesinde yerli halkta büyük huzursuzluğa yol açmıştı. Birinci Dünya harbinde geri hizmetlerde çalıştırılmak üzere Müslüman halklardan da asker alınmasına karar verilince büyük bir isyan patlak verdi. 1916 yılında bu isyanı bastırmak için Rusya büyük katliam uyguladı; birkaç ay içinde milyonlarca Müslüman öldürüldü, sürgün edildi veya göç etmek zorunda kaldı.  16 Ağustos 1916 yılında Türkistan genel Valisi Kuropatkin cezalandırma birliklerine ayaklananların öldürülmesi, arazilerine, hayvan varlıklarına el konulması emrini verdi. Müsadere edilen arazilerden 2,5 milyon hektarı, ayaklanma sırasında gösterdikleri sadakatten dolayı Rus göçmenlere hediye edildi. Başkaldırıyı kanlı şekilde bastırsa da sonuç Rusya için de daha çok stratejik zararlara yol açmıştı. Rusya, cephedeki birliklerden önemli bir kısmını çekmek zorunda kalmış, bu da savaştan mağlubiyetle çıkmasına sebep olmuştu. Yıpranan Çarlık, sonunda yönetimi Bolşeviklere bırakmış, Çar Nikola kurşuna dizilmiş ve 500 yıllık Çarlık dönemi sona ermiştir. (Anonim, 2016). 

    2. Bolşevik Dönem (Sovyetler Birliği)

Sovyetler Birliği döneminde Müslüman-Türk kimliğine sahip toplumlara yönelik uygulamalar, Stalin döneminde kesin etkileri görülmüş uygulamalardır. Ondan sonraki dönemlerde yapılan değişiklikler bu etkileri kısmen azaltmış olsa da insan faktöründe yapılan tahribatın izleri kolay silinmeyecektir. O bakımdan Stalin dönemini ayrı bir alt başlık halinde ele almakta fayda görülmüştür.

 

  •  Stalin Dönemi

Sovyetler Birliği Lenin’in 21 Ocak 1924 tarihinde ölümünden önce, 1922 yılında, Stalin’in (1878–1953) yönetimine girdi. Aslında Lenin, 1918 yılında kendisine yapılan saldırıdan sağ kurtulmuş ama sağlığı bir türlü düzelmemişti. 1922 yılının Aralık ayından itibaren geçirdiği rahatsızlık sebebiyle yönetimden fiilen çekilen Lenin’in yerine, yapılan kongrede Stalin, Sovyet Komünist Partisi Genel Sekreteri seçildi ve ölümüne kadar bu unvanla Sovyetler Birliğini yönetti. (https://www.wikisosyalizm.org/Josef_Stalin)

Uygulamalarını iyi anlayabilmek için Stalin’in fikirlerini iyi bilmek gerekir. Bu fikirleri hayata geçirmek için Stalin en zalim uygulamalardan çekinmedi. Stalin’in pratiğe yönelik fikirleri ve bunlara dayanan uygulamaları, insanı insan yapan milli, dini, ahlâki değerlerin Sovyetler Birliğinde yok olmasının başlıca sebebidir. Sonraki dönemlerde, Stalin döneminin baskı ve sindirme politikaları ortadan kalkmış ama değerlerin tahribatına yönelik ateist eğitim ve Rus kültürünü hâkim kılma uygulamaları bir şekilde devam etmiştir.

 

- Troçkistler

1917’de Batı ile Brest-Litovsk anlaşmasını imzalanması konusunda Lenin ile Troçki ters düşmüştü. Sosyalizmin bütün dünyada yayılması için çalışmak gerektiğini düşünen Troçki, batı ile anlaşmayı, katı bir sosyalist devrimci anlayışla, kapitalist-emperyalist sistem ile anlaşma olarak görüyor ve istemiyordu. Sosyalist enternasyonal diye de ifade edilebilecek olan bu “sosyalizmi bütün dünyaya yayma doktrini”, Sovyet Komünist partisi içinde kısa zamanda Troçki önderliğinde muhalif bir görüş halinde geldi. Lenin’den sonra iktidara gelen Stalin, Sovyetler Birliği’nin sosyalist devrimi ülkede perçinlemesi gerektiğini, bunu sağlamadan devrimi Sovyetler dışında yayma çalışmalarına gerek olmadığını savunuyordu. Troçki ise, bu enternasyonal devrim doktrininden taviz verilemeyeceğini, aslında Bolşevik ihtilalin fitilini ateşleyen, Sovyet sosyalizminin ruhu olan sosyalist enternasyonal toplantılarındaki heyecanı kaybetmemek gerektiğini düşünüyordu. İkili arasındaki mücadele, sosyalizmin kapitalizm ile mücadelesinden daha önemli hale gelmişti. Stalin Troçki’yi taraftarlarının sayısı çok az olan bir hareketin temsilcisi olarak görüyor ve ama bu sayıca azlığı küçümsememek gerektiğini söylüyordu: “Zaferler kazanmak için ordu gerekir ama ordu karargâhını bir sabotajla yerle bir etmek için birkaç kişi yeterlidir”(Anonim 2018). 

Birkaç yıl içinde Troçki’nin bütün yetkilerini elinden alan Stalin onu nihayet 1927’de Komünist Parti üyeliğinden de ihraç etti ve Almatı’ya sürgüne gönderdi. 1929 yılında yurtdışına sürülen Troçki hayatını 1933’e kadar İstanbul’da sürdürdü. Daha sonra Fransa ve Norveç’te ikişer yıl kaldı ve 1937 yılında Meksika’ya gitti. 1938’de Paris’te Dördüncü Enternasyonal’i topladı. Stalin’in ajanı olan İspanyol Ramon Mercader, 1940 yılında bir gazeteci kılığına girerek aslında sahte bir mülakat sırasında başına sert bir darbe vurarak Troçki’yi ağır yaraladı. Troçki kurtulamayarak 21 Ağustos 1940 tarihinde Meksika’da öldü.

Stalin Troçki’yi bütün hayatı boyunca “ihanetin simgesi” olarak kullandı. Troçkist fikirlerden haberi bile olmayan milyonlarca insan Troçki’ci diye suçlanarak tasfiye edildi.

 

- Milletler Meselesi

Lenin, Çarlık Rusya yönetimindeki etnik grupların nasıl ve kim tarafından yönetileceklerini belirleme (self-determinasyon) hakları olduğunu söylemişti. Bu ifadeler etnik grupların Bolşevik olan veya olmayan birçok önderini bağımsız ülke olma arayışına sevk etmişti. Stalin Sovyetler Birliğinin Rus egemenliği altında bir ülke olarak bütünlüğünü korumak için bu arayışları önlemek gerektiğini düşünüyordu.

Bunun için çok sert tedbirlere başvurmaktan çekinmedi. Rus dilini ve kültürünü yerleştirmeye çalıştı. Buna engel olarak gördüğü herkesi ve her şeyi yok etme yolunu seçti. Toplumun önderleri durumunda olan milyonlarca eşraf, yönetici ve din adamı yok edildi. (Kavuncu 1991)

Sadece insanlar değil, destanlar, çocuk masalları bile nasibini aldı. Meselâ Kırgızların Manas Destanı artık bir sosyalist devrim destanı, Manas sosyalist bir halk kahramanı idi! Mimari doku tahrip edildi. Geçmişi hatırlatacak, o toplumun kültürüne ait, özgün ne varsa yok edilme yoluna gidildi.

Türkistan kelimesinin kullanılmasına getirilen yasak, bütün diğer kimlikleri yok edip Rus kimliği etrafında tek bir Sovyet insanı tipi (Homo Sovyeticus) oluşturma çabalarına bir örnektir. Bu dönemde İlminskiy’nin görüşleri uygulamaya devam edilmiş, ayrı alfabeler etrafında ayrı edebiyatlar ve ardından ayrı siyasi kimlikler verilerek aynı milletin evlatları birbirine karşı ötekileştirilmiştir. Böylece küçük etnik grupların üst bir kimlik olarak Rus kültürü merkezli Sovyet İnsanı kimliğini benimsemelerinin daha kolay olacağı öngörülmüştür. Sovyetleri oluşturan etnik grupların kendi kültürlerini korumak ve geleceğe taşımak arzu ve iradesi olarak tarif edebileceğimiz milliyetçilik kavramının faşizm veya Türk coğrafyasında Pantürkizm olarak suçlanıp yerine vatanperverlik kavramının ikame edilmesi de bu tek tip insan meydana getirme çabalarının diğer bir uygulamasıdır.

Özet olarak Sovyetler Birliğinde bir problem olan “Milletler Meselesi”, Rusya tarafından, ileride “Alfabe ve Yazı Dili Meseleleri” başlığı altında ele alacağımız gibi, gerek Çarlık gerekse Bolşeviklik dönemde, etnik gruplar arasındaki farklılıkları sun’i olarak artırmaya çalışarak çözme yoluna gitmiş, çeşitli etnik gruplara siyasî otonomiler vermiş, lehçeleri ve şiveleri, alfabe farklılıkları yoluyla ayrı birer dil haline getirmeye gayret etmiştir. Böylece insanlar mensup oldukları boy ve/veya etnik grubu, mensup oldukları millet gibi algılamaya, ifade etmeye yönlendirilmişlerdir.

Rusya’nın bu şuurlu gayretlerine, Türklüğün her grubunda yüksek olan etnik asabiyet, aile-aşiret asabiyeti ve cehalet de eklenince, etnik farklılıklar daha 19.asır başlarından itibaren önemli çatışmalara yol açmıştır. Bugün artık beş Türkistan Cumhuriyetinin her birinde ve Azerbaycan’da, etnik asabiyet, cehalet, ekonomik sıkıntılar ve komşu ülkelerle sınır problemleri, her an boy gösterecek çatışmaların sebepleri olarak halen gündemdedir ve kullanılabilir durumda tutulmaktadır. Meselâ Fergana vadisindeki Kırgız Özbek etnik çatışması bölgede eskilerden kalan bir problemdir ve sadece Özbeklerle Kırgızlara özgü olmayıp daha geneldir. Dolayısıyla bu etnik farklılık problemlerini, bu problemlerin sebeplerini ve tahrik edenlerin niyetlerini çok iyi anlamak gerekiyor.

 

   -Endüstri Devrimi, Bilimsel Sosyalizm Ve Kollektifleştirme

Stalin, kalkınmayı endüstri devrimi ile gerçekleştirme yolunu seçti. Kapitalist-emperyalist Batı ile rekabetin yolu endüstriyel kalkınmadan geçiyordu. Bunun için tarımsal faaliyetleri ihmal etti veya endüstriye hammadde temini için en sıradan tarım usullerini bir tarafa atarak belirli ürünlerin rekoltesini artırmaya yönelik kararlar aldı. Hatta köylüyü, burjuva geleneklerini, bilhassa dini ritüelleri yaşatan unsurlar olarak gördü ve köylü taifesini ortadan kaldırmaya yönelik yine sert tedbirler aldı.

En sıradan bilimsel bilgileri savunanları bile kendi görüşüne ters geliyorsa ezmekten çekinmedi. Meşhur buğday genetikçisi Vavilov, “canlılara dış müdahalelerle kazandırılan özellikler kalıtsal değildir” diyordu. Bu görüşü, yani bilimsel sosyalizmin tercih ettiği Lamarkçı görüşü reddettiği için Vavilov, Genetik Enstitüsü Müdürlüğünden azledildi, hapse atıldı ve 1961 yılında hapishanede zafiyetten öldü.

Çoğunluğu göçebe çoban olan Kazak halkının topraklarında çayır meralar tarla arazisi yapıldı. Meyve suyu ve un fabrikaları açılarak tarıma dayalı sanayi geliştirilmeye çalışıldı. Ama bu arada milyonlarca hayvan ve başlarındaki Kazak çobanlar telef olmuş, kimin umurundaydı?

1945 yılında Beria’nın verdiği “civarda yerleşim yeri yok” raporuna dayanarak Semipalatinski’de kurulan poligonlarda yapılan yeraltı nükleer denemelerinin insana ve diğer canlılara verdiği zarar, aslında her boyutuyla araştırılması gereken bir faciadır.

Özbekistan’da öteden beri pamuk ziraatı yapılır. Pamuk ziraatı, Moskova’dan alınan kararlarla Özbekistan’da ve etrafındaki Kazakistan, Türkmenistan gibi komşu ülkelerin pamuk ekolojisinin devam ettiği topraklarında mono kültür haline geldi.

Pamuk zahmetli bir bitkidir. İnsanı ve toprağı yorar. Çok su ister, çok çapa ister. Ceyhun ve Seyhun nehirlerinden açılan sulama kanalları pamuk tarlalarına su taşıdı. Seyhun ve Ceyhun Aral’ı besleyemez hale geldi. Ali Akbaş üstadın şiirinde dediği gibi: “Göl değil kımızdı Aral/ İffetli bir kızdı Aral/ Küffar eli değince/ Yer altına sızdı Aral”.

Stalin dönemi uygulamaları, rekorlar kitabına girecek örneklere sahiptir. Bu sulama kanallarından 750 km uzunluğundaki Fergana kanalı ve 1100 km uzunluğundaki Lenin Kanalı (adı sonradan Karakum kanalı oldu ve uzunluğu 1400 km’ye ulaştı) çok kısa sürelerde binlerce köylünün çalışmasıyla meydana getirildi. Ama mühendislik kurallarına uymadan hazırlanan bu kanallar Aral’ı besleyecek suları pamuk tarlalarına da taşıyamadı, sular çöle aktı. Üstelik pamuk tarlalarından sızan kimyasal ilaç ve gübrelerle kirlenmiş sular yer altından Aral’a ulaşınca Aral’ın canlıları yok oldu. Balıklar artık yaşamıyordu. Güney kıyısındaki Moynak kasabasında bulunan balık konserve fabrikası kapandı. (Kavuncu 2010)

Bu sulama kanallarını ve aynı dönemlerde yapılan demiryolu raylarını oluşturmakta çalışan insanlar, o raylardan giden trenlere binen ilk sürgünler oldu; çoğu hayatlarını Sibirya’da Monmarsk’ta tamamladı.

 

- Ateizm

Din, Stalin’e göre, Marksizm’in benimsenmesinde en önemli engeldi. Bunun için ateist eğitimi yaygınlaştırdı. İnsanlar kiliseye, camiye gidemez, cenazelerini dini usullerle defnedemez hale geldiler.

Baymirza Hayit merhumun verdiği bilgilere göre, 1912 yılında Rusya’nın egemenliği altında kalan İslam yurtlarında 24 bin cami-mescit vardı. 1939 yılına gelindiğinde bunlardan 100 kadarı ayakta kalmış, gerisi yok edilmişti. Bu 100 mescitten de sadece 8 tanesinde ibadet yapılıyordu. Represya, Katagan, Baskı dönemi gibi isimlerle anılan Stalin döneminde öldürülen, sürgün ve hapislerde hayatını kaybeden Müslümanların sayısı 14 milyon kadar tahmin edilmektedir (Stalin döneminde hayatını kaybeden Sovyet vatandaşlarının toplam sayısı 40 milyon civarında diye ifade edilmektedir OK). Sadece Nakşibendi tarikatına mensup olduğu suçlamasıyla hayatını kaybeden insan sayısı 2 milyon kadardır. (Hayit 2000)

Baskı dönemi, İslâm’a nazaran diğer dinlere daha çok zarar vermiştir. Çünkü İslam’a göre “bütün yeryüzü mescit kılınmıştır.” Yani Müslümanın namaz kılmak için illa bir camiye gitmesi şart değildir. Temiz bir yer, temiz bir kıyafet ve beden, namazın temizlik şartları için yeterlidir. Oysa Hıristiyanlar ibadet etmek için kiliseye gitmek zorundadır.

 

   3.Stalin Sonrası ve Sonuç

Stalin dönemi uygulamalar öldüğü 1953’e kadar devam etti. Halefi Kruşçev zamanında, Sovyet Komünist Partisinin 20. Kongresinde, ölümünden üç yıl sonra, 20 Şubat 1956 tarihinde alınan bir kararla Stalin dönemi uygulamaları “kişinin putlaştırılması” olarak ilan edildi. Kruşçev, “Destalinizasyon” adı altında, Stalin dönemi katı uygulamaları sonlandırmaya çalıştı;  Stalingrad gibi şehir isimlerini bile değiştirdi.

Baskıları gizlemek ve dezenformasyon dönemin uygulamalarının diğer bir boyutudur. Bu boyut, Stalin’den sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Aral ve Semey facialarının insana verdiği zarar 1987’lere kadar kamuoyundan saklanmıştır.  

Bütün insan toplumlarını, tornadan çıkmış gibi, tek düze bir yapı olarak gören yaklaşımların birçoğu gibi, Stalin döneminde de bütün etnik grupların kültürel farklılıkları bir genelgeyle ortadan kaldırılabilir sanıldı. Oysa Türk toplulukları ile diğerleri arasında ciddi yapısal farklar vardı. Ukrayna’daki, Estonya’daki, Gürcistan’daki sosyal yapılar ile Türkistan’daki yapı arasındaki farklar göz ardı edildi. Rusya’daki mujik-aristokrat ilişkisi ile Fergana vadisindeki köylü-hoca ilişkisi aynı sayıldı. Oysa batının sınıf yapısı ile Türk topluluklarının sosyal yapısını açıklamak mümkün değildi. Nitekim sonraları Asya Üretim tarzı gibi analizlerle bu kabil ayrılıklar Marksist bakış kalıbından izah edilmeye çalışılmıştır.

Stalin dönemi baskılar bugün Doğu Türkistan’da uygulanıyor. O baskı döneminde de, şimdi Doğu Türkistan’da Çinlilerin yaptığı gibi, babası sürgüne gönderilen çocuklar çocuk ıslah evlerine, anneleri psiko-sosyal uyum programları için kamplara gönderildi. Bu “beyin yıkama”  programlarına kitle halinde sürgün edilen Ahıskalı, Kırımlı göçmenler de tabi tutuldu.

Adalet bir “troyka (üç kişilik ekip)” tarafından sağlanıyordu. Bir savcı ve iki hâkimden oluşan bu mahkeme heyetinin arkasında asıl karar vericiler bölgenin KGB ve Komünist Parti sorumlularıydı. 15 dakikalık tek celselik duruşmalarda verilen idam kararları, önceden verilmiş kararlardı. Şekil yerini bulsun için yapılan göstermelik duruşmalar…

Her baskı dönemi gibi bu Stalin dönemi de sona erdi. Dün Stalin’i alkışlayan kitleler yerine 1956’dan sonra destalinizasyon programını alkışlayan kitleler geldi. Gorbaçov zamanında da Brejnev zamanını kötüleyen kararlar alkışlanıyordu.

İnsanlık bunlardan ders çıkarmalıdır. Belki bu kabil totaliter uygulamalar, çıkarılacak derslere rağmen bundan sonra da görülecektir. Bunu bilerek yine de ders çıkarmak gerekiyor. Çünkü ders çıkaranlar, kendi ülkelerinde demokrasiyi, insan Hak ve Hürriyetlerini, kuvvetler ayrılığı ilkesini her gün daha da gelişen uygulamalarla hayata geçirip eşitsizliğe ve zulme dayanan acıları azaltmaya çalışıyorlar. Ülkemizde ve diğer Türk Cumhuriyetlerinde yaşayan kardeşlerimiz ve esasen bütün bir insanlık, dini ve etnik kimliği ne olursa olsun, insanca yaşamayı hak ediyor.

Çıkarılması gereken derslerden birisi de kendinden başkasına güvenmemektir. 20. Yüzyıl başlarında Türkistan ve Azerbaycan’da yayılan Ceditçi hareketin yetiştirdiği ziyalılar (aydınlar) 1917 Bolşevik devriminde ikiye bölündü; bir kısmı Lenin’in peşine giderek istiklâlin sağlanacağını düşünüyordu. Bir kısmı ise Lenin’in self-determinasyon sözüne güvenmemek gerektiğini düşünüyordu. Sonunda Bolşevikler bölgede egemen oldu ve kısa sürede kendilerine bel bağlayanları da dahil, bütün anti emperyalist unsurları tasfiye etti.

İkincisi, zulüm eninde sonunda bitiyor. Eski dönemim mazlumlarının yeni dönemin zalimleri olarak zulmün yeniden payidar olmaması için adaleti vicdanlara yerleştirecek bir eğitim sistemi gerekmektedir; Atatürk’ün ifadesiyle “fikri hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirmektir. Göstermelik mahkemelerde kukla olan heyet üyelerine değil, padişaha bile adalet adına karşı durabilen kadı örneklerinde olduğu gibi, “ülkemizde hâkimler de var” dedirtecek yargı mensuplarına ihtiyacımız vardır.

Bunları gerçekleştirmiş Türk Cumhuriyetleri, yeryüzünde de nimetlerle külfetlerin dağılımındaki dengesizliğe son verebilecek, “Küresel Adaleti” tesis edebilecek bir güç oluşturabilirler.

2009 yılında kurulan Türk Keǹeşi, ciddi politikalarla birlik yolunda önemli adımlar atılmasını sağlayabilir. Türkistan Cumhuriyetlerinde belki birkaç nesil sürecek ciddi bir eğitimle, değişik etnik gruplara aynı milletin mensubu olduklarını benimsetmek mümkündür. Azıcık gayretle birbirlerinin dilini anlayabilirler. Aralarında ortak bir siyasî kimliğin oluşmasına da zemin oluşturacak güçlü ve uzun ömürlü iktisadî anlaşmalar yapmaları önemli hususlar olarak görülmelidir. BDT içinden veya dışından yeni bir başat ülkenin güdümüne girmemek niyetine herkes samimi olarak sahip olmalıdır. Bu başat ülke ne Rusya, ne ABD, ne Çin, ne de Türkiye’de dahil aralarından birisi olmamalıdır. Türk Keǹeşi, eşitlerin birliği olarak temayüz etmelidir.

Tabii etnik unsurlara siyasi kimlik politikalarının, Rus alt gruplarına uygulanmamış olması dikkatlerden kaçmamaktadır. Maksat bellidir: Büyük bir Rus milleti ve etrafında küçük etnik gruplardan ibaret Sovyetler Birliğinde “homo sovyeticus” denilen insan tipi, Rus model esas alınarak oluşturulacaktı. Sovyetler dağılma sürecine girmese idi, bu politika tutar mıydı? Cevabı zor bir sorudur. Bu politika tutmadığı için Sovyetler dağılma sürecine girmiştir şeklinde bir yorum daha mantıklı görünüyor ama ilgili bölgelerde, anadile yönelmede, ancak sistem çöktükten sonra bir yükselme olduğu da açıktır.

Dünyada, tarih boyunca, büyük güce sahip devletlerin büyük nüfuslarının olduğu unutulmamalıdır. O halde, Türklüğün de bir güç haline gelmesi, bütün Türk Dünyasının, Avrupa Birliği modelinde olduğu gibi, mevcut ulus devletlerin varlığının devam ettiği, ancak bunların üstünde (supranasyonel) ortak bir siyasi kimlik etrafında birleşmesi ile mümkün olacaktır. Biz önümüzdeki bu imkânı göremedik ama rakiplerimiz tarih boyunca gördü ve zaman içinde engellemeye çalıştı. Şimdi bizler de görmek durumundayız.

         *                   *                   *

Eğitim, gelecek 25-30 yılın en önemli işidir.  Çünkü Türkistan Cumhuriyetlerinde ve Azerbaycan’da komünizmin, özellikle Stalin zamanında, diğer Sovyet Cumhuriyetlerinde olduğu gibi, insan faktörünü büyük ölçüde tahrip ettiği bir gerçektir. Totaliter rejim, 70 yıl boyunca, tek bir insan tipini, Homo sovyeticus’u meydana getirememiştir ama özellikle de Rusya dışındaki cumhuriyetlerde, aç, cahil ve sindirilmiş insan toplulukları ortaya çıkmıştır. Rejim, yapısı icabı, zenginleri, şehir eşrafını ve büyük toprak sahiplerini yok etmiş, böylece yatırım yapacak sermaye sahibi müteşebbislerin ortaya çıkmasını engellemiştir. Aydınlar arasında da hemen sadece komünist rejime sadık sanatkârlar ve ilim adamları, o da devlet idaresine talip olmadıkları sürece, desteklenmiştir. Buna karşılık devlet idaresine talip, ülkeyi müstemleke olmaktan kurtarmak için mücadele eden ve hatta bu uğurda Lenin’le iş birliği yapmaktan kaçınmayan aydınlar ve siyaset adamları yok edilmiştir. Bolşevik ihtilâlin ilk yıllarından itibaren, ikinci dünya harbi sonuna kadar, vatan haini, Troçkist, satkın (satılmış anlamında), kapitalizmin ve/veya faşizmin işbirlikçisi, Faşist, milletçi (milliyetçi anlamında), gerici, dinci, fundamentalist, ajan, Pantürkist, Turancı vb. suçlamaları ile binlerce insan öldürülmüş, hapishanelerde çürümeye mahkûm edilmiş, Sibirya’ya sürgün edilmiştir.

 

1950’li yıllara gelindiğinde bu istiklâlci zümrenin kalıntıları da işbirlikçi suçlamaları ile temizlenmiş ve geriye sadece Rus hayranı komünistlerle, yakınları gözü önünde yok edilerek sindirilmiş, yılgın zavallılar kalmıştır. Bütün bu baskıların sonucu, Sovyet Cumhuriyetlerinin hemen tamamında toplumlar, öndersiz, zenginsiz, din adamsız kalmış, idarecileri inisiyatif sahibi olamamış, başsız bir vücut gibi kalmışlardır. Allah’tan şimdiki idarecilerin çoğu 1940–45 arasını ve öncesini şöyle böyle hatırlamakta, hatta hiç hatırlamamaktadır. O baskı döneminden kalan yılgınlık ve psikolojik tahribatın gelecek nesillere intikal etmemesi için eğitimde alınacak tedbirler vardır ve bunları ciddi surette uygulamak gerekmektedir.

 

 



***  Ruslar ve batı kaynakları ilk zamanlar, Kırgızlarla da karışmış olan bu Kazaklara, Kırgız – Kazaklar veya sadece Kırgızlar (Ölçekçi 2007: 9, Gömeç 2001: 772) diyordu. Daha sonra gerçek Kırgızlarla karşılaşınca bunları Kazaklardan ayırt etmek için Kara Kırgız diye adlandırmışlardı (Gömeç 2001: 772).

Site içi arama

Site düzenlemesi Crystal Studio