Türk Dünyası ile aramızdaki en derin bağları kültür ortaklığımız oluşturmaktadır. Aynı tarihin getirdiği ortak kültür değerlerimiz bizleri birbirimize yakınlaştıran en önemli amildir. Hatta denilebilir ki diğer sahalardaki ilişkilerimizin yakınlığı kültür ortaklığımızın bir neticesidir. Dolayısı ile, kardeş topluluklarla kültür ilişkilerine gereken önem verilmeli ve kültür beraberliğimiz her sahada geliştirilmelidir.
Rus Dilbilimci İlminskiy’nin 1876’da ortaya attığı görüşleri benimseyen bazı Tatar ve Kazak aydınlar, Rus Kiril alfabesini esas alarak kendi lehçe ve şiveleri için alfabeler geliştirip bunu kullanmaya başladılar. İsmail Gaspıralı’nın Dilde, Fikirde, İşde Birlik düsturuyla hareket eden aydınlar bir müddet bu farklı alfabe kullanımına karşı mücadele ettiler ve ciddi bir başarı sağladılar. Fakat 1920’den sonra Bolşeviklerin de İlminskiy’nin fikirlerini benimsemesiyle dörder beşer harf farklılığı ile oluşturulan Kiril alfabelerine geçildi. [1] Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları isimli kitabında (1924) endişeyle işaret ettiği, kültürel olarak birbirinden uzaklaşma tehlikesi işte o zamanlarda tezahür etmeye başlamıştı. Fakat bugün, Kazak Kazaklığını, Tatar Tatarlığını, Uygur Uygurluğunu, Türkmen Türkmenliğini muhafaza ederek aynı kültür ağacının dalları olduğumuz şuuruyla kültür beraberliğimiz geliştirilebilir.
Bu maksatla Türk Cumhuriyetleri Kültür Bakanlıklarının ortaklaşa kurdukları “Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi – TÜRKSOY”[2], mali imkânları artırılarak Türk Dünyasında gerçek bir kültür ortamı oluşturulmasına katkı sağlayan ciddi bir uluslararası kuruluş haline getirilmelidir.
Önemli kültür unsurlarının başında gelen Müzik, TDAV bünyesinde başlayan çalışmalarla belirli bir ivme kazanmış, bir müddet şahısların gayretleriyle Türkiye, Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkmenistan’da Türk Müziğinin ortak yanları kamuoyunun dikkatine sunulmuştur. 2000 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı bünyesinde kurulan Ankara Türk Dünyası Müzik Topluluğu, Türk Müziğinin derlenmesinde ve tanıtılmasında kendi imkânları ölçüsünde gayretli çalışmalar yapmaktadır.
1928 yılında Azerbaycan Lâtin alfabesine geçti. Hemen arkasından Türkiye ve Türkistan da Lâtin alfabesine geçti. Türkistan Cumhuriyetleri ve Azerbaycan 1941 yılına veya biraz sonrasına kadar Lâtin alfabesinde kaldı, sonra her cumhuriyet için en az beş-altı harf farklı olacak şekilde kiril alfabesine geçildi. Bugün, BDT Türklüğünün kendi aralarında ve Türkiye aydını ile kopukluğunun önemli sebeplerinden biri işte bu kiril alfabesine geçiş ile ortaya çıkan alfabe farklılığıdır. Her birinin alfabesinde, diğerlerinde olmayan birkaç harf bulunması ve ortak bazı seslerin farklı harflerle ifade ediliyor olması, giderek farklı yazı dilleri ortaya çıkmasına yol açtı. Böylece oluşturulan sun’i yazı dilleri, siyasî kimlik farklılıkları ile birleşince her boydan bir devlet ve bir millet meydana getirme çabası oldukça önemli ölçüde başarıya ulaşmış oldu.
Bu sun’i diller arasındaki farklılıkları Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’un “Bugünkü Türk Alfabeleri” kitabında verilen örnek metinlerde görmek mümkündür. Yine Ercilasun başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanmış olan “Çağdaş Türk Lehçeleri Sözlüğü” benzerlik ve farklılıklar hakkında fikir verecektir. Her iki eser de Kültür Bakanlığı yayınları arasında çıkmıştır.
19.asır sonlarına kadar Türkçe’nin iki büyük lehçesinden doğu Türklüğünün Çağatay lehçesine “Lehçe-i Türki”, bizimkine, yani batı Türklüğünün lehçesine de “Lehçe-i Osmani” deniyordu. Bugün ise bizimki “Türkçe”, doğu Türklüğününki ise tek bir lehçe yerine yedi-sekiz farklı dil olarak takdim edilmektedir. Şairin “kurt yapmaz bu taksimi kuzulara şah olsa” mısraını hatırlamamak elde değildir. Hepsi de Türk milletinin doğu koluna mensup olan etnik grupların (boyların) her birine ayrı bir siyasî kimlik kazandırma niyeti, bu grupların aynı kiril alfabesi kullanmasını dahi engellemiştir.
Mesele sadece farklı alfabeler üzerine sun’i olarak inşa edilmiş farklı dillere sahip olmak değil, bununla birlikte hep beraber Rusça’nın etkisi altına girmiş olmaktır. Bağımsızlığın üzerinden 15 yıla yakın zaman geçtiği halde bugün BDT’de yaşayan iki farklı boydan (etnik gruptan) iki kardeşimiz arasında anlaşma aracı, halâ Rusça’dır.
Yine de sevinilecek bazı gelişmeler olmaktadır. Bunlardan birisi, Rusça yanında kendi ana lehçesini de iyi bilen elemanların yetişmekte ve bazı sektörlerde aranmakta oluşudur. İkincisi de Azerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan’da Lâtin harflerine geçilmiş olmasıdır. Gerçi, farklılıklar Lâtin harflerinde de devam etmektedir ama hiç olmazsa Türkiye ile anlaşma nispeten daha kolay hale gelmiştir. Tataristan’ın Lâtin harflerine geçme kararını uygulamaya koyması, Rusya’nın bütünlüğü gerekçe gösterilerek, halen engellenmektedir.[3]Kazakistan da 2018 yılında, beş yıl içinde tedrici olarak Latin alfabesine geçmeye karar vermiştir.
Türkçe konuşan halkların ortak bir yazı diline kavuşmaları Türklüğün ortak bir geleceği inşa etmesinde en önemli unsurlardan biridir. İngilizce konuşan Kanada, İngiltere, Yeni Zelanda, Avustralya, Amerika Birleşik Devletleri, konuştukları zaman birbirlerini anlamakta çok zorlandıkları ve çok uzak coğrafyalarda yaşadıkları halde, birkaç kelimenin yazılışı dışında aynı alfabeye ve yazı diline sahiplerdir. Aynı şekilde Arapça konuşan ülkeler arasında da Irak’tan Fas’a kadar, konuşma dilindeki büyük farklılıklara karşılık yazı dilinde hemen hiç farklılık yoktur. Biz de tek bir yazı diline sahip olma sürecini, her topluluğun bu noktaya herhangi bir siyasî dayatma olmaksızın kendi kendine gelmesi yönünde çaba harcayacak bir anlayışla başlatmalıyız.
Bu süreci, insanlığın ortak bir özelliği olan “benimki daha üstün, daha faydalı veya daha doğru” asabiyetine kapılmaksızın, sıhhatli bir şekilde tamamlamanın yolu, bu “kendiliğinden” olgusudur. Aydınların bunu sağlama şuuru ile ortak kelimeler kullanması, maşeri hafızada unutulmaya yüz tutmuş, kardeş boylardan duyunca hatırlanan ifadeleri, bilinçli bir şekilde günlük dilde kullanılır hale getirme çabaları son derecede önemlidir. Televizyon yayınlarının şu an çok yetersiz durumunda bile dil bakımından “yakınlaştırıcı” etkisini fark etmek mümkündür.
Orhun Yazıtları, Dede Korkut, Hoca Ahmet Yesevi, Yusuf Has Hacip, İsmail Buhari, Şah-ı Nakşibendi, Kaşgarlı Mahmut, Genceli Nizami, Ali Şir Nevai, Köroğlu, Nasreddin Hoca gibi ortak maneviyat ve edebiyat köklerimiz, Farabi, İbni Sina, Uluğ Beg, Harezmi, gibi ortak ilim köklerimiz bütün Türk illerinde tanınmalıdır.
Çağdaş Türk Dünyası Fikir ve Edebiyat Adamları ve Fikirleri de elbette yaygın bir şekilde bilinmelidir: İsmail Gaspıralı, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Yahya Kemal, Mağcan Cumabay, Peyami Safa, Süleyman Çolpan, Mehmet Akif, Mustafa Çokay, Arif Nihat Asya, Sultan Galiyev, Yahya Kemal Beyatlı, Mehmet Emin Resulzade, Mahdumkulu, Abay Kunanbayev,Cengiz Aytmatov. Cengiz Dağcı, Adil Yakubov, Abdullah Kadiri, Bahtiyar Vahapzade, Erkin Vahidov ve daha bir çokları.
Televizyon yayınları çok önemlidir. Bütün Türk Dünyasında ortak bir şuur meydana getirecek, her tarafta aynı heyecanla seyredilecek müzik ve eğlence programları, diziler, haber, yorum, belgesel yayınlar hazırlanmalı ve bunlar ortak televizyon kanalları ile Türkçe konuşan toplulukların istifadesine sunulmalıdır.
Küreselleşmenin insan üzerinde en etkili silâhı, televizyon kanallarıdır. Bir çanak antenle ve bir dijital paketle insanlar evlerinde yüzlerce kanalı seyredebilmektedir. Küresel bir kültür meydana getirmede çok önemli bir etki gösteren bu teknolojik gelişme karşısında, yerel, daha doğrusu ülkesel imkânlar çok cılız kalmaktadır. Bu imkanları, Televizyon Yayınları Birliği ve bu birliğin ortak bütçeleri oluşturularak artırmanın yolları aranmalıdır.
STK’lar bu bakımdan önemli birer köprü haline gelebilir. 2006 yılında kurulan Avrasya Yazarlar Birliği kısa zamanda, çıkardığı Kardeş Kalemler dergisi, yarışmalar, kongreler ve kurslar vasıtasıyla TÜRKSOY’a çok önemli destek veren bir kuruluş haline gelmiştir.
Türkçe konuşan toplulukların kendi kültürlerini koruyabilmeleri, aynı imkânlardan yararlanarak oluşturulacak büyük bir kültür şemsiyesi ile mümkündür. Onun için, günümüz iletişim teknolojisinden yararlanarak, içinde mahalli kültürlerin bir çeşni, bir zenginlik olarak muhafaza edileceği bölgesel bir “Turan Kültürü” meydana getirmenin yollarını bulmak zorundayız.
Yetmiş yıldan bu yana yalnızca Marksist teorilerle yetiştirilen kardeşlerimize, bağımsızlıktan sonraki arayışları içerisinde yardımcı olabileceğimiz en ekili alan hiç şüphesiz eğitimdi. Nitekim bu gerçek görülerek bugün Türk Dünyası ile yürüyen ilişkilerimizin en önemlilerinden biri hatta en önemlisi, eğitim alanında var olan işbirliğimiz olmuştur.
1992’de her Türk Cumhuriyetinden yaklaşık 2,000 öğrenci olmak üzere toplam 10,000 öğrenci burslu olarak getirildi. Mübadele esasında bizim gençlerimizden de oralara okumaya gidenler, önemli bir sayıya ulaşmıştır. Fethullah Gülen cemaatine mensup insanlar buralarda yüzlerce okul açtı. Bu okulların, FETÖ örgütünün kirli emelleri yüzünden bugün kapatılması gerekliliği vardır, keşke kapatılmak yerine art niyetli olmayan şirket veya vakıflara devredilebilse.
Şu anda devletin açtığı Kazakistan Hoca Ahmet Yesevi ve Kırgızistan Manas uluslararası üniversiteleri ile Türk özel eğitim şirket veya vakıflarının açtığı Azerbaycan Kafkas ve Kazakistan S. Demirel üniversiteleri ve Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan’da çeşitli üniversitelere bağlı olarak açılmış Yüksek Öğretim Kurumları vardır.
1995’lerden itibaren durağan bir döneme giren eğitim faaliyetlerine yeniden hız kazandırmak gereklidir. Bunun için, siyasî ve iktisadî konjonktüre göre zaman içinde yapılması yararlı olacak bazı işler şöyle sıralanabilir:
Gerek Türk Dünyasından ülkemizde öğrenim gören öğrenciler, gerekse Türkiye’den Türk ülkelerinin üniversitelerinde okuyan gençlerimiz Türk Dünyasının gelecekteki birlik ve beraberliği için büyük önem taşımaktadır.
Diğer yandan gerek devletin ve gerekse şahıs ve grupların, TDAV ve TDV gibi kuruluşların Türk Dünyasında açtıkları liselerin ve üniversitelerin, faaliyetlerini rahat bir ortamda yapabilmeleri ve gelişmeleri desteklenmelidir. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik zorluklar ve bürokratik formaliteler ve kriterler gibi birçok menfi şartlara rağmen bu okulların gördüğü ilgiyi daha da artırmak için neler yapılabileceği konusunda da bu okulların yönetimleri ve ilgililer bir araya gelerek fikir alışverişinde bulunmalıdırlar. Misal olarak Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesinin öğrenci sayısı şu anda yirmi binin üzerindedir. Bu başarının diğer kurumlara da teşmil edilmesi için aralarında gayri resmî bir koordinasyon ve işbirliği plâtformu oluşturmak gerekir.
Geçen dönemde açılmış olan yüksek eğitim kurumlarının sayısını artırmak, Türk özel teşebbüsünü Türk Cumhuriyetlerinde böyle yatırımlara teşvik etmek ve devlet desteği sağlamak gerekmektedir. Bölgede açılmış olanlara benzer bir üniversitenin, resmi veya özel, Özbekistan’da, tercihen manevi bir merkez olması bakımından Buhara’da açılmasında, büyük fayda vardır.
Moskova’daki Lumumba Dostluk Üniversitesine benzer bir üniversite, Türkiye’nin projeksiyonunda bulunmalıdır. Yalnız bu üniversite, Lumumba Üniversitesi gibi belirli bir ideolojiyi benimsetmek için değil, kardeş toplulukların gençlerinin gerçekten kaliteli eğitim almaları ve birbirleriyle kaynaşmaları için kurulmalıdır. Şu anda Türkiye’de Kastamonu Üniversitesi gibi birkaç üniversite, Türk Cumhuriyetlerinden üniversitelerle yakın işbirliği içine girmiş bulunmaktadır. Bu üniversitelere sadece Türk Cumhuriyetlerinden değil, Türk Dünyasından her yöresinden öğrenci gelmektedir. Bu gelişmelerin daha düzenli ve maddi bakımdan desteklenecek şekilde devam etmesi halinde Lumumba Dostluk Üniversitesi modeline duyulan ihtiyaç bu yolla karşılanmış olacaktır.
Eğitim alanındaki işbirliğini yalnızca lisans seviyesinde tutmayarak lisansüstü eğitime de kaydırmak gerekmektedir. Üniversite öğretim üyelerinin misafir öğretim üyesi olarak çalışmaları için özel bir fon kurulmalı ve yüksek eğitim anlaşmaları imzalanmalı, konuyla ilgili olarak TÜBİTAK’ın hazırladığı proje ve imzalanan anlaşmalar uygulamaya geçirilmelidir.
Türk Cumhuriyetleri arasında ortak bir Bilimsel Araştırma Kurumu oluşturarak bilim adamlarımızın ortak çalışmalar yapması ve bilimsel işbirliğinin geliştirilmesi sağlanmalıdır. Bütün Türk Cumhuriyetlerinde özellikle matematik, nükleer fizik ve termodinamik, genetik, elektronik, metalürji, kimya, ekoloji, parapsikoloji gibi alanlarda bilgi birikimimiz vardır. Bu birikimden karşılıklı yararlanmanın yolları geliştirilmelidir.
Çevre kirliliğinin populasyonların genetik yapısı üzerine etkileri gibi temel bilim ve sağlıkla ilgili veya Pamuk Birliği misali bölgesel iktisadi birliklerin analizi gibi ekonomiyle ilgili konulardan tutun, bölgedeki Türkçe konuşan konuşmayan çok çeşitli toplulukların etnografik ve sosyal antropolojik benzerlik ve farklılıklarına kadar çok çeşitli müşterek araştırma konusu vardır ve bunlar için ortak araştırma projeleri geliştirilmelidir.
[1] Ercilasun A.B. 1991, http://www.ismailgaspirali.org/yazilar/abercilasun.htm (erişim: 23.12.2018)
[2] Şimdiki adı Uluslararası Türk Kültürü Teşkilâtı (İngilizcesi: International Organization of Turkic Culture)
[3]Gerçi bazı Tatar aydınları, Rusya’nın diğer bölgelerinde ve Kazakistan’da yaşayan Tatarların, Tataristan’dakinden daha fazla olduğunu, bunlarla yazılı iletişimi korumak için Kiril alfabesinde kalmak gerektiğini ileri sürmektedirler.
26 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi