TÜRKİSTAN KAVRAMI: KÜLTÜREL, TARİHİ, COĞRAFİ VE DEMOGRAFİK ÇERÇEVE

Prof. Dr. Orhan Kavuncu

Türkistan Kavramıyla İlgili Şahsi Hatıralarım

1990 yılı başlarında Baymirza Hayit merhumdan bir mektup aldım. Kendisi hiçbir şey yazmamış, “Yaş Leninci” isimli bir dergiden bir makalenin fotokopisini göndermişti. O zaman Kiril harfleriyle yazılmış Özbekçeyi okuyamıyordum. Fakat metin içinde fosforlu kalemle çizilmiş birkaç satırda adımın yazılı olduğunu tahmin ettim. Sonra Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilâsun’a telefon ettim. “O” dedim, “Latin’de de O” dedi. “p” dedim “r” dedi; “x” dedim “h” dedi. “a” dedim “Latin’de de a” dedi. “h” dedim “n” dedi. Böylece emin oldum ki tahminim doğruydu, orada “Orhan Kavuncu” yazıyordu. Sonra Ahmet beyden öğrendiğim harfleri anahtar yapıp Kiril harflerini çözüp makalenin başlığını “Bir murdani tiriltişge urineyatgenler[1]” olarak, yazarını da “Derviş Ali” olarak okudum. Dergi 1989 yılının son sayısıydı.

Türkiye’de Türkistan Kurultayı yapılmış olduğunu, Baymirza Hayit’in “Faşist (!), Pantürkist şakirtleri” Doç. Dr. Ahat Andican, Doç. Dr. Orhan Kavuncu gibi Türkiye’deki genç bazı Özbeklerin, Baymirza Hayit’in yolundan giderek, “Türkistan” gibi artık ölmüş bir kavramı diriltmeye uğraştıklarını yazıyordu.

Biraz hayret etmiştim. Çünkü içinde büyüdüğümüz “hemşeri” camiasında herkes kendisini “Türkistanlı” olarak bilir, dışımızdan da öyle bilinirdik. Ben de 18 yaşıma kadar kendimi “Türkistanlı” olarak bildim, o yaşta üniversiteye okumaya geldiğim zaman “Türkistan’daki Türkçe konuşan kavimlerden olan Özbeklere” mensup olduğumu öğrendim. Sonra da fark ettim ki, Türkistanlı hemşerilerimin çoğu Özbek’ti, aralarında Uygur, Tacik, Kazak, Kırgız ve Türkmen olanlar da vardı. Yine daha sonra öğrendim ki bu “Türkistanlı’lık” geldiğimiz coğrafyaya izafeten söyleniyordu. Rus işgalinden ve komünizmden kaçan Türkistanlılar 20. Asır başlarından itibaren Dünyanın çeşitli yerlerine, Mısır’a, o zaman Osmanlı idaresinde olan Hicaz’a ve daha sonra Anadolu’da Çukurova’ya yerleşmişlerdi. Bu “batıya göç” olarak da ifade edilebilecek hareketlilik aslında Rus işgalinden çok önce başlayıp, bazen birkaç aile, bazen çok daha kalabalık gruplar halinde günümüze kadar devam eden bir olgudur.  

Bölgeye 1990 yılında, rahmetli Dr. Hayit’in bu mektuptan 8-9 ay sonra Ahat Andican’la birlikte ilk defa gittiğim zaman “Kör-Kezme” denilen bir müzeye götürülmüştük. Bir gün önce Vatan cemiyetinden görevlendirilen mihmandarımız ile küçük bir tartışma yaşamıştık. Benim de Özbek asıllı olduğumu öğrenince nereli olduğumu sormuştu; ben de “Türkistanlıyım” diye cevap vermiştim. Adamcağız “Hoca Ahmet Yesevi Baba’nın olduğu Türkistan şehri m?” deyince “Hayır, orası Kiçi Türkistan, Ben büyük bir coğrafyayı Uluğ Türkistan’ı kast ettim” deyince “öyle bir yer yok” cevabını almış ve bir şey dememiştim.

Kör-Kezme’nin girişinde Lenin’in bir kitabesi vardı. Kiril harfleriyle yazılmıştı. Ahat bey gösterdi birkaç yerde “Türkistan” yazıyordu. Mihmandarımıza sordum: “burada ne diye hitap ediyor Lenin?

Cevap: “Ey Türkistan’ın kette mihnetçileri”. Bir gün önceki tartışmada vermediğim cevap şimdi hazırdı. Dedim ki, “Hangi Türkistan’ın mihnetçileri? Kiçi Türkistan’ınmı?

 

Tarih

Türkistan kavramı, Baymirza Hayit rahmetliden öğrendiğime göre, 7. Asırdan itibaren kullanılmakta olan bir tabirdir. Kelimenin Farsça olması ve “Türklerin yaşadığı yer, Türklerin ülkesi” anlamına gelmesi, sözün daha eskiden Farsça’da kullanıldığını düşündürmekte ise de öyle değildir. Söz Farsça kaynaklarda değil, Arapça kaynaklarda yer almaktadır. Farsça kaynaklarda meselâ 11. Asır başlarında yazılan ve Turan hükümdarı Afrasiyab (Alp Er Tunga) ile İran hükümdarı Rüstem arasındaki olayları anlatan. Firdevsi’nin Şehmnamesinde “Turan” sözü geçmektedir. Dolayısıyla “Türkistan” kavramı, İslâm ordularının bölgeye seferleri sırasında 650’lerden itibaren yazılı kaynaklara girmeye başlamıştır.

Meselâ döneme ilişkin olayları anlatan Tarih-i Buhara isimli kitap Ebu Bekr Muhammed bin Cafer en-Narşahi tarafından Arapça olarak kaleme alınmış ve 943-44 yılında Samani hükümdarı Nuh bin Nasr’a takdim edilmiştir. Kitap 190 yıl kadar sonra 1128-1129 senesinde Ebu Nasr Ahmed bin Muhammed al Kubavi tarafından Farsçaya tercüme edilmiş, bu Farsça kaynaktan da Erkan Göksu tarafından bugünkü Türkçeye kazandırılmış ve TTK tarafından 2013 yılında neşredilmiştir. Kitapta Buhara’nın doğusundan Türklerden gelen yardım anlatılırken daima “Türkistan” ifadesi geçmektedir.

Göktürk Devletinin inkıraz bulmaya başladığı yıllarda Orhun kitabeleri yazılmıştır. Bilge Kağan adına oğlu tarafından adına diktirilen son kitabenin tarihi 735’tir. İslâm ordusu ile Çin ordusunun karşı karşıya geldiği Talas savaşı 751 tarihinde olduğuna göre Göktürklerle Müslüman Araplar o tarihlerde karşılaşmış olmalıdır.

İslâm orduları Hz. Ömer zamanında hicri 21-22 (miladi 641-42) yıllarında Sasani devletini Nişabur savaşında ortadan kaldırınca son Sasani hükümdarı Kisrâ Yezderc Horasan’a kaçtı ve Türklerden yardım istedi. Böylece Türklerle Araplar arasında ilk karşılaşmalar başladı. Ceyhun nehri kıyılarına kadar Yezderc’i kovalayıp Belh, Herat, Nişabur, Merv gibi Horasan şehirlerini ele geçiren komutan Ahnef b. Kays Mavera ün nehire (nehrin öbür tarafına) geçmek için Hz. Ömer’den izin istedi ama izin çıkmayınca orada durdu. Ordusuyla “Türkistan’dan” bölgeye gelen Türk Hakanıyla da savaş olmadı. Kays Basra’ya Türk hakanı da ülkesine döndü. Bu olaydan sonra Hz. Osman zamanında Abdullah b. Amir isimli bir komutan yine Ceyhun’a kadar geldi. Fakat öbür tarafa geçmedi. Sonra Hz. Osman’ın öldürülmesi (656), Hz. Ali ile Muaviye arasındaki mücadeleler gibi sebeplerle seferler durdu. Emevî devletinin kurulduğu 661 senesinden sonra seferler tekrar başladı. 673 senesinde Horasan valisi olarak atanan Abdullah b. Ziyâd Horasan zamanında bölgede yeni ve parlak bir İslâm dönemi başladı.

Demek oluyor ki, İslâm ordularının Horasan’dan daha doğuya seferleri 660’larda başlar. Sasani devleti yıkıldıktan sonra Buhara ve havalisi, Göktürk devletine bağlı bir özerk devlet durumuna gelmişti. Buhara’nın başında o yıllarda Beydûn isimli bir Tudun (Hudat) bulunuyordu. Bu kişi öldükten sonra oğlu Tuğşad çok küçük olduğu için, onun naibi sıfatıyla annesi Kabaç Hatun, Buhara melikesi olarak 15 sene hüküm sürmüş ve bu zaman içinde Buhara Tarihi kitabındayazıldığına göre, birkaç defa Müslüman olmuştur. Kabaç hatun ölünce de yerine oğlu Tuğşad hükümdar olmuştu. Buhara 709 yılında İslam orduları tarafından kesin olarak alınıncaya kadar bu dönemde birkaç kere el değiştirdi. Tuğşad’ın Kuteybe isimli bir oğlu, sonra kardeşi Bünyad tahta geçti. 782-83 yılında öldürülünceye kadar bu Bünyad hüküm sürdü.

Bir kere daha vurgulamak gerekise Buhara Tarihi isimli kitabın verdiği o döneme ilişkin bu bilgilerden, Müslümanların vardıkları yerin daha doğusuna “Türkistan” dedikleri alaşılıyor.

                        *                                        *                                    *

Türkistan ismiyle ilintili bir diğer konu Hoca Ahmet Yesevi Hazretleridir. Yesevi Baba, Türkistan’ın büyük mutasavvıflarındandır. O, peygamber sevgisi ile temayüz etmiştir. Daha sağlığında “Piri Türkistan”, “Türkistan Evliyası”, “Hazreti Türkistan”, “Türkistan Baba” gibi sıfatlarla anılan Yesevi Baba öldükten sonra Yese şehrine defnedilmiştir. Sonra da defnedildiği şehre onun bu sıfatlarından mülhem Türkistan denilmiştir. Bugün de Yesevi babanın merkatının bulunduğu bu şehrin adı bugün de Türkistan’dır. Büyük evliya sıfatını bu şehre taşımış, böylece Cezayir gibi, Tunus gibi, Türkistan da hem bir ülkenin hem de o ülkede bir şehrin adı olmuştur.  

Türkistan isminin bölgenin tabii olarak hatırlanan ismi haline geldiğine diğer bir delil Divan-ı Lügat’it Türk kitabını sahaflardan bulan Ali Emiri Efendi’nin (miladi 1914) kitap hakkında, “bu kitap değil, Türkistan ülkesidir, bu bütün bir Cihan’dır” sözleridir. Ali Emiri Efendi, Küçükçelebi-zade İsmail Asım Efendinin (ölümü 1173 Hicri/ 1759-60) Acaibü’l letâif (Hıtay - Türkistan Seyahatnamesi) kitabını tercüme ettiği için Türkistan hakkında tafsilâtlı bir malumat sahibidir. Yani Kabaç Hatun’dan bin sene sonra da bölgenin ismi Türkistan’dır.

Ruslar Türkistan coğrafyasının tamamına hâkim olduktan sonra, önce Türkistan isminde bir Vilayet oluşturmuşlar, sonra bu vilayetin adını Orta Asya ve Kazakistan olarak değiştirmişlerdir. Türkistan ismi sadece iki yerde muhafaza ediliştir; Yesevi Baba’nın kabrinin bulunduğu Yese şehrinin Türkistan ismi korunmuş, geniş Türkistan’ın kontrolünü sağlayan askeri birliğe de Türkistan lejyonu denilmiştir. Bölgenin nomadik ismi olan Türkistan ismi yerine ise, tamamen siyasi ve ideolojik sebeplerle Orta Asya denilmiştir. Bunu İngilizler de yapmıştır.

 

Coğrafya

Türkistan kavramıyla kastedilen coğrafya zaman içinde genişlemiştir. Mavera ün-nehir, başlangıçta Türkistan’ın batısındadır. Horasan da Mavera ün-Nehir’in kuzey-batısında... Fakat daha sonra Horasan da nehrin beri tarafında olduğu halde Mavera ün-nehir içinde sayılmıştır. İslâm’ın ilk yıllarında Türkistan, Ceyhun nehrinin öbür tarafını ifade etmektedir. Zamanla Türkistan kavramı genişlemiş, batıda Horasan’ı da içine almıştır. 20. Asır başlarında Türkistan kavramı bugünkü Doğu Türkistan’ı (1,9 milyon km kare), Kazakistan, Tataristan ve Başkurdistan’ı (3 milyon km kare) ve Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan’ı, Kuzey Afganistan’ı ve Hazar Denizinin güneyindeki İran topraklarını içine alan bir alanı ifade eder hale gelmiştir. Altı milyon km kare büyüklüğündeki bu toprakları kabaca Batı ve Doğu Türkistan diye ikiye ayırmak mümkündür.

Asya’nın merkezi mesabesindeki Türkistan, aşağıdaki fiziki haritada işaretlenmiştir.

  

 

Doğu Türkistan bugün Çin’e bağlı Sincan Uygur Özerk Bölgesi adı altında bir mülki idari yapı olup takriben 30 milyon Türkçe konuşan nüfusa sahiptir. Bu nüfusun içinde Uygurlar büyük çoğunluğu oluşturmaktadır (25 milyon civarında). Onların yanında Kazaklar ikinci sırada yer alır (2 milyondan fazla). Daha az miktarlarda Özbek, Kırgız ve hatta Türkmen (Avşarlar) vardır.

Batı Türkistan’ın büyük bölümü, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanmış kardeş cumhuriyetlerin bulunduğu topraklardır: Kazakistan (2,7 milyon km kare), Özbekistan (448 bin km kare), Türkmenistan (488 bin km kare), Kırgızistan (200 bin km kare), Tacikistan (143 bin km kare). Ayrıca bir görüşe göre Rusya Federasyonu içinde özerk cumhuriyetler olan Tataristan, Çuvaşistan ve Başkurdistan’ı da eklemek gerekir. Nüfus bakımından Kazakistan (18), Kırgızistan (6), Özbekistan (31), Tacikistan (8) ve Türkmenistan (5) olmak üzere yaklaşık 68 milyon insan yaşamaktadır. 

Tataristan, Başkurdistan ve Çuvaşistan’ın nüfusu da, Rus nüfusu düştükten sonra en az 7 milyon olarak tahmin edilebilir. Buna göre BDT içindeki toplam Türk nüfus, Sibirya ve Kafkasya’daki kardeşlerimizi de eklersek, 80 milyona ulaşmaktadır.

Batı Türkistan’ın bir bölümü bugünkü Afganistan’ın kuzeyini ve Hazar’ın güney ve güneybatısındaki İran topraklarını içine almaktadır. Burada da Özbek, Türkmen, Hazara ve Taciklerin nüfusu en az 10 milyon olarak söylenebilir.

Türkistan coğrafyasında yaşayan insan sayısı, Rus ve diğer etnik gruplarla birlikte 110 milyondan fazladır. Bu nüfusun % 97’si Müslümandır. Bunun da en fazla % 5’i  Şii, geri kalanı Sünni ve Hanefi’dir. Bu Müslüman nüfusun 15 milyon kadarı Tacikçe ve Hazaraca, geri kalanı ise Türkçe konuşmaktadır. Tacikler, Türkiye’deki Kürtler gibi, dil dışında hemen bütün kültür unsurları bakımından Özbeklerle aynı özelliklere sahiptirler. Yani, etnografya özellikleri bakımından bir Özbek’le bir Tacik’i ayırt etmek çok zordur.

 

Sonuç: Gerçeklerin Mutabakatı, Bağnazlıkların Muhalefeti

Bütün bu bilgilerin ışığında Türkistan kavramı ile ilgili bir tespit yapacak olursak, 20. asır başlarında din, tarih, coğrafya ve kültürün mutabakatına karşılık, o günün siyasi ve ideolojik konjonktürünün muhalefeti yüzünden Türkistan yerine Rus ve İngiliz bilim adamları tarafından, ama ilmi değil siyasi gerekçelerle Orta Asya tabiri yerleştirilmeye çalışıldı ve büyük ölçüde muvaffak olundu. 21. asra gelinirken de bunun bir soncu olarak, Türkistan kavramı ölü bir kavram olarak algılandı.

Oysa Kur’an - ı Kerim, “... ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın (âl-i İmran 3/27)” buyuruyor. Kalbimiz diri olursa, niyetimiz halis olursa, kavmi bir benlik, bencillik içinde değilsek,  İslam’ın geliştirdiği bir kavram olan Türkistan kavramının, bölgenin ihtiyacı olan birlik ve beraberliği oluşturmaya katkı sağlayacak bir kavram olarak algılayabilir ve Türkistan kimliğini, bölgede ulus kimliklerimizin üzerinde, ümmet kimliğinin altında bir üst - ara kimlik olarak benimseyebiliriz. Bunun için meselâ Batı Türkistan’daki kardeş cumhuriyetlere “Türkistan Cumhuriyetleri” demeyi şuurlu bir tavır olarak benimseyebiliriz. Türkistan Cumhuriyetleri’yle Türkiye ve Azerbaycan’ın birleşerek oluşturacağı güç büyük işlere imza atabilir.

Esasen insanlığın buna ihtiyacı vardır. Asırlarca İslâm’dan aldığı feyz ve ilhamla “ilây - i kelimetullah” davası için mücadele ve mücahede eden atalarımız bir büyüklük, bir medeniyet gerçekleştirmişlerdi. 16. Asır meselâ bilinen Dünya’daki neredeyse bütün önemli ülkelerin başında Türk hanedanların bulunduğu bir asırdır. Mısır’da, Hindistan’da, İran’da, Anadolu’da, Suriye, Irak ve Balkanlarda, Rusya ve Sibirya’da, hatta biraz daha önceki dönemde Çin’de Türk hanedanlar hüküm sürüyordu. O günlerde yeryüzünde adalet vardı. O zaman bu bölgelerde var olan bütün etnik gruplar ve inanç grupları varlıklarını bugün de sürdürmektedir. Oysa 16. asırda Amerika’nın keşfinden sonra oraya giden Avrupalı, 250 sene içerisinde Güney ve Kuzey Amerika’da hiç bir etnik grup ve inanç grubu bırakmamış, tamamına yakınını yok etmiştir.

Bugün yeryüzünde nimetlerle külfetlerin dağılımında büyük bir dengesizlik var. Küreselleşme sürecinde birçok alanda tezahür eden küreselleşme, tezahür etmesi gereken birinci alanda yok, küreselleşme öncelikle adalet alanında olmalı iken bu alanda yok. Çünkü Lenin’in portresini indirip yerine mini etekle koka kolalı reklam panosu asan pozitivist materyalist zihniyet küresel adaleti tesis edemez. Bunun için alternatif bir zihni muhtevaya ihtiyaç var, o da bizde var.

Bugün de, Allah’ın ipine sımsıkı sarılır, “Biz bidat nedir bilmeyen Müslümanlarız” diyen Sultan Alparslan gibi, ihlâs ve samimiyetle “ilây - i kelimetullah” ülküsünün hadimi olmaya niyet eder ve çalışırsak insanlığın ihtiyacı  olan Küresel Adaleti biz tesis edebiliriz.

 

Yararlanılan Kaynaklar:

-                  Anonim, 2001, Türk Dünyası El Kitabı, 1.Cilt:Tarih Coğrafya, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara.

-                  Dr. Baymirza Hayit, 2000, Sovyetlerde Türklüğün ve İslâm’ın Bazı Meseleleri, TDAV, İstanbul.

-                  Ebu Bekr Muhammed bin Cafer en Narşahi, 943-44, Târîh-i Buhârâ, (Tercüme Erkan Göksü 2013) TTK, Ankara.

-                  Yılmaz Öztuna, 1977, Büyük Türkiye Tarihi, 1.Cilt, Ötüken Yayınları, İstanbul.



[1] Bir Ölüyü Diriltmeye Uğraşanlar

Site içi arama

Site düzenlemesi Crystal Studio