Giriş

Günümüzde Türkçe konuşan toplulukların %98’den fazlası Müslümandır. Sarı Uygurlar Budist, Gagavuzların tamamı ve Çuvaşların bir bölümü  Hristiyan, Karayimler Yahudi, Çuvaşların bir bölümü ve Sibirya’da yaşayan Teleut (Şor), Sibir ve Saka Türkleri şamandır. İran’da birkaç bin Bahai’den de bahsedilebilir.

Müslüman Türklerin içinde de Azerbaycan, Özbekistan ve Tacikistan’da yaşayan Türk dilli halklar arasında 45 milyon kadar Şii/ Caferi, geri kalan Türkler ise Sünni/ Hanefi’dir. Eğer Türklerin nüfusunu 250 milyon kabul edersek bunun 5 milyondan azı gayri Müslim, 245 milyonu Müslümandır. Bu Müslümanların da 45 milyon kadarı Şii/Caferi, geri kalan 200 Milyou Sünni/Hanefi’dir.

Bu başlık altında İslam’ın, büyük bir çoğunluğu Müslüman olan bu Türk Dünyasına ne zaman geldiği, yani Türklerin ne zaman ve nasıl Müslüman oldukları, İslâm’a ne gibi hizmetleri olduğu, Müslüman olmalarının günlük hayatlarına ve kültür unsurlarına İslâm’ın etkileri ve günümüzdeki durum ele alınacaktır.

Türklerin Müslüman Oluşu (Bu bahisteki bilgiler büyük ölçüde “Büyük İslam Tarihi” isimli 15 ciltlik eserin 2 ve 6. Ciltlerinden alınmıştır)

Türkler M.S. 8. asır başlarından itibaren Müslüman olmaya başladılar. Daha Hazreti Ömer (hilafet dönemi: M.S.634-644)’in vefatından önce 644 yılında İran’ı alan Ahnef komutasındaki İslâm ordusu, Sasani hükümdarı Yezdücerd’in ardından Horasan’a kadar gitmiştir. Herat’ı alan Müslümanlar, Sasani hükümdarının ardından Belh şehrine, oradan da Ceyhun nehrine ulaşmışlardı. Yezdücerd Ceyhun’un doğusundan Türklerden de yardım alarak geri döndü; fakat Türkler savaşmak istemedikleri için geri dönünce Yezdücerd de geri döndü. Ama Hz. Ömer Ceyhun’un doğusuna geçilmesine izin vermediği için Ahnef komutasındaki İslam ordusu da geri döndü. (Yıldız, 1986, sh. 87-88). Hazreti Osman zamanında da bir ordu, daha önce alınmış olan Derbend’in kuzeyindeki Belencer şehrini 654 yılında kuşattı; fakat Hazar Türklerine yenilerek geri çekilmek zorunda kaldı.

Müslümanların Ceyhun nehrini geçerek Buhara şehrini kuşatmaları M.S. 674 yılına rastlar. İslam ordusunun komutanı Ubeydullah bin Ziyad, Buhara Melike’si Kabaç Hatun ile anlaşarak yanına aldığı 2000 Türk askeri ile geri döndü.

Buhara’nın ve Semerkand’ın Müslümanlar tarafından alınması 709-710 yıllarında oldu. Fakat Emevilerin son döneminde gerek Arap kabileleri arasındaki asabiye savaşları, gerekse Emevilerin zalimane muameleleri Maveraünnehir Türklerini, Türgiş hakanından yardım istemeye sevk etti ve Araplar bölgede ciddi hakimiyet kaybına uğradılar. Kafkasya cephesinde ise İslam orduları 737 yılında Hazar devletinin başkenti İdil’i kuşattı ve Hazar hakanı, aman dilemek anlamında Müslümanlığı kabul etmek durumunda kaldı. Bu dönem Hazar Kağanlığında Prisbit ya da Barsbeg adında bir hanım vardı, oğlu küçük yaşta olduğu için devleti naib olarak o yönetiyordu..

Bu arada son Orhun kitabesi Bilge Tonyukuk’un kendi adına yaptırdığı kitabe dikilmiş (736), Göktürk devleti yıkılmış, yerine Türgiş hanedanı devleti derleyiptoparlamaya çalışıyordu.

Emevilerin son yıllarında Maveraünnehir’deki Türk site devletlerinden bazıları, Emevi komutanlara karşı Çin’den yardım istedi. Çin büyük orduyla geldi, fakat Türklere yardım etmek yerine Türkleri kızdıran sert tutumlara girdiler ve Taşkent prensi Bagatur Tudun’u öldürdüler. Bunun üzerine Türkler bu defa Çin ordusuna karşı Horasan valisi Ebu Müslim’den yardım istedi. Türk-Arap müttefik kuvvetleri ile Çin ordusu Talas nehri yakınında Çin ordusuyla beş gün süren bir savaşa tutuştu. Sonunda Çin ordusu ağır kayıplar vererek savaş alanını terk etti.

Talas savaşı Türklerin Müslümanlığı kabul etmesinde bir dönüm noktası olmuştur. Abbasilerin Emevilerin takip ettiği Arapçı politikalar yerine “Allah indinde üstünlüğün takvada olduğu” bilinciyle hangi etnik gruptan olursa olsun işi ehline vermeleri de bunda etkili olmuştur. Abbasiler zamanında Türkler devlet idaresinde Arap-Fars rekabetinde üçüncü bir grup olarak temayüz etmiş ve Harun Reşit’in oğulları Me’mun ve Mu’tasım’ın halifelikleri sırasında bir denge unsuru olmuşlardır.

Müslüman olan unsurlar yanında tarih sırasıyla Türgiş, Sogd, Toharistan, Fergana, Usruşana, Karluk Dokuz Oğuz, Şaş, Hazar, Karahanlı gibi Türk Devletlerinin İslâmiyet’i kabul etmeleri 650’lerden 1050’lere kadar en az dört yüzyıllık bir dönemi kapsamaktadır. İslâmiyet’i resmi din olarak kabul eden ilk Türk devleti İdil (Volga) Bulgarlarıdır. 920 yılında Bulgar hakanı Almuş, Abbasi halifesi El Muktedir’e bir heyet göndererek ondan İslam’ı öğretecek din adamları, cami yapacak ustalar ve maddi yardım istemiştir. X. Asır ortalarında Satuk Buğra Han zamanında Karahanlılar kendi istekleriyle, Hazar Hanlığı da yine 737’deki gibi aman dilemek anlamında İslâmiyet’i kabul edince artık Türkler arasında İslamiyet hızla yayılmaya başladı. Ancak Karahanlı’ların Müslüman olmayan Uygur, Karluk Türklerine karşı cihat ruhuyla mücadelelerini 1050’lere kadar yüzyıl daha devam ettirdiklerini Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat it Türk’te aktardıklarından öğreniyoruz.

XI. Asırda Türklerin büyük bir bölümü Müslüman olmuştu. Ancak Cengiz ordusunda ve devletinde görev alan Müslüman olmayan Türklerin varlığı, İslamiyet’in Türkler arasında yayılmasının XIII. Asır ortalarına kadar sürdüğünü göstermektedir. Gerçekten “Türkler İslâm Dinini, İslâm Devletinin siyasi hakimiyetinde kalarak değil, uzun bir tanıma devresinden sonra kabul etmişlerdir.” (Yıldız, 1987, sh. 17).

Türklerin İslam’a katkıları

Müslüman olan Türkler, askeri, idari ve ilmi alanda hemen önemli hizmetler yapmaya başlıyordu. Abbasiler zamanında Türkler İslâm’ın ordusu durumuna yükselmişlerdi. Semerra dönemi olarak bilinen 836-892 döneminde Türkler büyük nüfuz sahibi oldular. Bunun üzerine Halife merkezi tekrar Bağdat’a taşımak zorunda kaldı. Ancak Bağdat’ı 945 yılında ele geçiren Şii Büveyhiler zamanına kadar Türk emirler Bağdat’ta nüfuz sahibi olmaya devam ettiler. Bir asra yakın süren Büveyhi hakimiyetine Selçuklular son verdi.  

On altıncı asır ortalarına kadar İslâm’ın ordusu durumundaki Türkler büyük bir medeniyet kurdular. Sadece askerlik ve devlet idaresinde değil ilimde de büyük işler yaptılar. Hâkim oldukları yerlerde büyük imar faaliyetlerine giriştiler. Türkistan’da Semerkant, Buhara gibi şehirler, daha sonra Anadolu’da Konya ve Kayseri gibi şehirler camilerle, medreselerle İslâm’ın merkezi durumuna geldiler.

Hanefi mezhebinin kurucusu İmam Azam Güney Türkistan’dan Kufe’ye göç etmiş bir ailenin çocuğudur. İmam Buhari, İmam Tirmizi gibi büyük hadis toplayıcıları Türkistan'dan yetişmiştir.  İtikatça mezhebimiz olan “Ehli Sünnet vel cemaat” ilkelerini ortaya ilk koyan alim İmam Maturidi Türkistanlıdır. Abbasi dönemi idare anlayışında onun Kureyş egemenliğini dini bir vecibe olarak görmemesi, Halife yanında Emir’in egemenliğini de meşru sayması etkili olmuştur (Özen, 2013, sh. 548).  Maturidi’nin bilgi kuramı bugüne kadar ortaya konan en sistematik ve en derli toplu bilgi kuramıdır (Esen 2008, sh45-56). Bu bilgi kuramında akıl, diğer bilgi kaynaklarından (haber ve hisler) elde edilen bilgilerin doğruluğunu tahkik etmede yegâne kıstastır (Sönmez 2012, sh. 554).

İslâm Tasavvuf’u da 12. Asır sonlarından itibaren adeta Türkistan’a taşınmıştır. Yusuf Hemedani’nin talebeleri olan Hoca Ahmet Yesevi (K.S.) ve Abülhalik Gücdüvani (K.S.) Buhara ve Yese (Bugünkü Türkistan şehri)’de Yesevilik ve Nakşibendiliğin temellerini atmışlardır.        

İslâm’ın Türk Kültürüne Tesirleri

  • Türk zihniyeti İslâm’la zenginleşmiştir.
  • Türk ahlâkı İslâm’la nakış nakış işlenmiştir.
  • Türk Devleti İslâm’la güçlenmiştir.
  • Türk Adalet anlayışı ve hukuk sistemi İslâm’la kemale ermiştir.
  • Türk ilmi İslâm’la çoğalmıştır.
  • Türkler İslâmiyet sayesinde büyük bir güç ve medeniyet kurmuşlardır.
  • Sosyolojik manada millet haline gelmemiz İslam ile tamamlanmıştır. Türkistan kelimesi bile İslâm’ın bize bir hediyesi olmuştur.

Macarlar, Finler, Roma’yı kuran Etrüskler, Bulgarlar gibi Müslüman olmayan Türkler zamanla asimile olup kaybolmuşlardır. Müslüman olan Türkler ise Türklüklerini koruyup geliştirmişlerdir.

Günümüz Türk Dünyası ve İslâm

Her alanda olduğu gibi din alanında da 16. asır ortalarından itibaren yozlaşma başladı. Bir tarafta ilimle fenle gelişmeyi dinin emri sayanların kurduğu medeniyet, diğer tarafta bu gibi gayretleri bidat ve günah sayan bir anlayış arasındaki mücadeleler Uluğ Beg’in oğlu tarafından tahttan indirilmesiyle başlayıp bütün Türk Dünyasında günümüze kadar devam etti.

Ruslar Türkistan ve Kafkasya’yı istila ettikten sonra da bu mücadele ceditçilerle kadimciler denilen mutaassıp kesim arasında sürdü. Buhara’yı işgal eden Rus kuvvetlerinin başındaki Prens Nikola (Sonradan Çar II. Nikola) ile istihbaratçı bir Rus subay arasındaki sohbet: çarşı pazar herkesin elindeki kitabın ne olduğunu soran prens kitabın Kur’an-ı Kerim olduğunu anlayınca «toplayın derhal» diye emir verir; akıllı subay «ekselans izin verirseniz daha da çoğaltıp olmayanlara da verelim. Çünkü o kitabı okuyup anlamadan meşgul oluyorlar. Kitabı okumaya devam ederlerse bizimle uğraşmazlar» der. İstanbul’un fethi sırasındaki Hristiyanların hali, 400 sene sonra bizim halimiz olmuştur. Onlar Türkler İstanbul’u kuşattığında kilisede toplanıp meleklerin kız mı erkek mi olduğunu tartışıyordu. Ruslar Buhara’yı kuşattığında da bizler «adet gören kadının pişirdiği yemek yenir mi yenmez mi» diye tartışıyorduk.

Nitekim daha sonra Bolşevikler ceditçilere karşı bu skolastik anlayışın temsilcileriyle işbirliği yaptılar (Kavuncu 2017). Egemenliği tamamen ele geçirdikten sonra da Marksist – Ateist eğitim anlayışı, totaliter bir sistemle uygulandı; Allah’a inanan, namaz kılan, çocuğunu sünnet ettiren, Kur’an okuyan insanlar öldürüldü, işten çıkarıldı, hapse atıldı. Baymirza Hayit merhuma göre 1918 – 1990 yılları arasında 20 milyondan fazla Müslüman öldürüldü, özellikle Stalin devrinde Sovyetler Birliğinde Müslümanlara karşı katliam siyaseti yürütüldü. Öte yandan İslâm eserleri yok ediliyordu. 1912 yılına kadar 24 binden fazla cami ibadete açıkken, 1939’da bunların sadece 100 kadarı ayakta kalmış, bunun da sadece 8’inde ibadete izin verilmiştir (Hayit, 2000).

İkinci Dünya savaşının ardından Sovyetler bu baskıyı daha uzun süre devam ettiremediler. Dini hayatı kısmen serbest bıraktılar. Ancak ihdas edilen Kazakistan-Orta Asya Müftülük İdaresi, komünizmin kontrolünde sadece Suudi Arabistan ile irtibat halindeydi. Bu da skolastik gelenekçi Müslümanlar arasında Vahhabi-Selefi temayüllerin artmasına sebep oldu. Oysa çıkış yeri Türkistan olan Hanefi- Maturidi-Yesevi çizgisi günümüz insanının problemlerine çözüm üretecek şekilde güncellenebilirdi.

Nitekim eski Sovyet döneminde İslam’ın bütün baskılara rağmen bir şekilde günümüze kadar yaşayabilmesinde bir tasavvuf kolu olan Nakşibendiliğin önemli bir rol oynadığını söylemek mümkündür. Bölgede yaptığım küçük çaplı saha araştırmalarında bunu gördüm. Yesevi zikirleri dahi Nakşibendilerin zihninde bugünlere taşınmıştı. Nakşilik gizli zikirle meşgul olduğu için, içten içe varlığını sürdürmüş, İslâm’ı da sırtlayıp günümüze taşımıştı.

Bir hususu daha vurgulamak gerekiyor: Marksist-Ateist eğitim anlayışı, sadece Müslümanlara değil, diğer dinlerin mensuplarına da zarar verdi. Hatta onlara verdiği zarar Müslümanlara verilen zarardan daha fazlaydı. Çünkü İslâm bütün yeryüzünü mescit olarak tanımlıyordu; Allah’a ibadet için ibadethaneye gerek yoktu. Namazı, temizlik şartlarına uygun olan her yerde kılabilirsiniz. İşte bu yüzden İslâm diğerlerine göre biraz daha fazla yaşama şansına sahipti.

Stalin sonrası uygulamalar bütün Sovyet Müslümanlarında yeniden açılan mescitler etrafında toplanan küçük bir Müslüman dindar toplulukla din dışı bir hayat yaşayan, dini bilmeyen geniş bir kitle şeklinde bir bölünmeye yol açtı. Çok şükür din dışı hayat yaşayan kesim, dini bilmese de «ben Müslümanım, Allaha inanıyorum» diyordu.

Bağımsızlıktan sonra bugün halen bu fiili durum sürmektedir. Bir farkla ki, dindar kesim oran olarak artmakta, fakat din dışı kesimle aralarındaki ayrılıklar keskinleşmektedir.

Azerbaycan’da da Şii geleneklerden dolayı dini alaka İran ile olmaktadır. Bununla birlikte Sünnilerin ibadet yapma imkanları İran’dakine nazaran kıyas kabul etmeyecek kadar fazladır.

Dini hayat bakımından Türkiye, laiklik adına 1940-50 arasında yapılan sert bazı uygulamaların ardından tutturduğu sağlıklı mutedil yolu devam ettirebilirse bütün Türk Dünyasında örnek bir model olabilir. Ancak bunun için bugün şeklen yaşasa bile aslen kabuğuna çekilmiş olan asırlar öncesinin Yesevi-Maturidi yolunu günümüz problemleri bakımından güncelleyerek yaygınlaştırmaya çalışmamız lazımdır.

Sonuç

Şimdi bu yeni dönemde sadece Türk Dünyasında değil, bütün bir İslam coğrafyasında geri kalmışlığın sebepleri üzerinde durmak gerekir:

  • Gelişmeyi engelleyen «bid’at» anlayışı. Sünnet efendimiz (S.A.V.)’ in o günün şartlarında yaşayış biçimi olarak tanımlanır. O da bir nevi anakronik yaklaşımla günümüze uyarlanınca “efendimiz uçağa mı bindi, cep telefonu mu kullandı” şeklinde bir bid’at anlayışı tezahür eder. Oysa sünnet, “efendimiz bugün yaşasaydı nasıl yaşardı?” sorusunun cevabı olarak algılanmalıdır
  • Birçok konuda hemfikir olunmasına karşılık, ihtilâf mevzuu olan birkaç husus öne çıkarılıyor; sun’i ayrılıklara götürülüyor. Oysa bu gibi farklılıkların kavga sebebi olmaması için bunların tabii olduğunu baştan kabul etmek gerekir. İki eşit aklın aynı problemi farklı yollardan çözebileceğini nasıl normal kabul edebiliyorsak, aynı dini meseleyi farklı yorumlayabileceklerini de normal kabul etmek gerekir. Mezheplerin çeşitli konulardaki farklılıkları bu kabildendir.  Farklılıkları normal karşıladığımız zaman işte, “barika-yı hakikat, müsademe-yi efkârdan doğar”.
  • Cehalet, mühim olanı ehem olandan önceye aldırır. Daha önce verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi, geri kalmış toplumlar teferruatı önemsemekte; pireyi deve yapmaktadırlar. Bir seferden dönüşte “işte şimdi cihad-ı ekber” zamanı diyerek, insanların imanlarını artıracak, içlerini temizleyecek, gönüllerini arıtacak eylemleri işaret eden efendimizden sözlerinden cihat amelinin ne olduğunu çıkarabiliriz. Cihadı “karşıtları öldürmek” fiilinden ibaret sayan, sadece buna indirgeyen anlayış, Allah’ın merhametinden habersiz cahil ve gaddar kişilerdir.  

Bizim bu zihniyetten bir an önce kurtulup, 16. asrı Türk asrı yapan zihniyeti güncellememiz lazım. O zihniyet, aklın hem önemini ve hem de aynı zamanda çaresizliğini vurgulayan Hanefi takipçisi İmam Maturidi’nin akıl yoluyla, gönülleri iman nuruyla nakış nakış işleyen Yesevi babanın tasavvuf/gönül yolunun buluşmasıdır.

Kaynaklar:

Esen,M, 2008. “Matûridî'nin Bilgi Kuramı ve Bu Bağlamda Onun Alem, Allah ve Kader Konusundaki Görüşlerinin Kısa Bir Tahlili”, AÜİFD, XLIX, Sayı II:45-56, Ankara.

Göksu,Erkan (çeviren), 2013. Tarih-i Buhara (müellifi: Muhammed bin Cafer en Narşavi), TTK Yayınları, Ankara.

Hayit, Baymirza, 2000. Sovyetlerde Türklüğün ve İslâm’ın Bazı Meseleleri, sahife: 330-331, TDAV, İstanbul.

Kavuncu,Ayşe Çolpan, 2017. “Devrimle Gelen Muhafazakârlık: Sovyet Orta Asya’sı”, Birikim Dergisi, sayı: 342-343, Ekim-Kasım 2017, sayfa: 183-196, Ankara

KutluSönmez, 2012. “Matüridi Akılcılığı ve Bunun Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”.Büyük Türk Bilgini İmam Matüridi ve Matüridilik, Milletlerarası tartışmalı İlmi Toplantı, 22-24 Mayıs 2009, sh. 549-575. Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul.

Özen,Şükrü, 2012. “Maturidi ve Siyaset: Hilafetin Kureyşiliği Meselesi”, Büyük Türk Bilgini İmam Matüridi ve Matüridilik, Milletlerarası tartışmalı İlmi Toplantı, 22-24 Mayıs 2009, sh. 514-548. Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul.

Yıldız,Dursun Hakkı (Redaktör), 1986. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, “Hulefa-i Raşidin ve Emeviler” 2. Cild, Çağ Yayınları, İstanbul.

Yıldız,Dursun Hakkı (Redaktör), 1987. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, “İlk Müslüman Türk Devletleri” 6. Cild, Çağ Yayınları, İstanbul.

 

 

Site içi arama

Site düzenlemesi Crystal Studio