Ne Amerika, ne Avrupa, ne Rusya, ne de Çin!
Önce Adalet, sonra kudret, hepsi beşer için!
Ahir zamanda «hikmet budur» yazacaktır kalem:
Bize gerektir hem bu dünya hem ebedi âlem
Oldukça yoğun günlerden geçiyoruz. Afrin’e yönelik Zeytin Dalı hareketi sürüyor. Mehmetçik için dualarımız da sürüyor. Öte yandan dış ilişkilerimizde önemli gelişmeler var. Türkiye-AB ekonomik ve siyasi diyalog toplantıları planlanan şekilde yapılıyor. 2018’in 26 Martında AB yöneticileriyle Cumhurbaşkanımız Erdoğan, Bulgaristan’ın Varna’da şehrinde bir araya gelecek. Bu toplantı, Türkiye’nin ABD ile Rusya arasında alternatiflerini çoğaltması bakımından önemli bir zirve olarak değerlendiriliyor.
1992’de Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, Türkiye, Dış Politikasının tehdit algılarına dayanan varsayımlarını gözden geçirmek durumundaydı. Halen de bu varsayımları güncelleme ihtiyacı devam ediyor. Ancak bunu yaparken, yöneticiler gönüllerinde yatan aslanları serbest bırakmadan önce soğukkanlı hesaplar yapmalı, reel politik şartları göz ardı etmemelidir. Daha önceki bir yazımda ifade ettiğim gibi, reel politik denilen zemin soğuktur ama ideolojik hedeflerimizi kokuşmaktan korur, günü geldiğinde kızıl elmaya yürümeyi mümkün kılar. Ülkemizin gücünü ve mecburiyetlerini, ülkemize yönelik tehditleri, milli hafızamızda “Düvel-i Muazzama” olarak yer alan ülkelerin bölgemizle ve ülkemizle ilgili tasavvurlarını iyi okumalıyız. Ancak bütün bunların yanında ve bunlarla beraber gelecek tasavvurlarımızı milli hafızada yaşatabilmeli, bunlarla ilgili heyecanı yeni nesillere aktarabilmeliyiz.
AVRUPA BİRLİĞİNE ÜYELİK
14 Nisan 1987’de, “Ankara anlaşmasında öngörülen dönemlerin tamamlanmasını beklemeden” (https://www.ab.gov.tr/111.html) AB’ye tam üyelik için başvurduğumuz zaman, Başbakan, rahmetli Turgut Özal idi. Hangi gerekçelerle bu başvuruyu yaptığımız incelenmeye değer bir konudur. Çünkü o yıllarda Varşova Paktının, ardından Sovyetler Birliğinin dağılmaya başladığı görülüyordu. Sovyetler Birliğindeki kardeşlerimize rol model olma konumumuzu güçlendirmek için mi AB’ye tam üye olmak istedik? “Komünizm çökünce Türkiye’nin önemi azalacak, bu yüzden bir an önce AB’ye girişimizi tamamlayalım, gecikirsek hiç almazlar” diye mi düşündük. Bunların incelenmesi gerekiyor. İki yıl sekiz ay sonra Aralık 1989’da bize verilen cevap da incelenmesi gereken bir konudur. Başvurumuzu reddederken ileri sürülen gerekçe, “AB kendi iç bütünlüğünü tamamlamamış olduğu ve Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve siyasi alanda gelişmesi gerektiği” idi. Şu anda AB’nin İngiltere’yi saymazsak 27 üyesi var. Bu üye ülkelerin sayısı biz tam üyelik için müracaat ettiğimizde 12 idi. “Bizden sonra üye yapılan 16 ülkenin hangisi ekonomik, sosyal ve siyasi gelişmişlik bakımından Türkiye’den daha ileridir” diye sorulsa cevap üç belki dört ülkeyi geçmez. Meselâ dönem başkanlığını yürüten Bulgaristan mı?[1]
Daha sonraki yıllarda Gümrük Birliği anlaşması (1995), aday ülke konumuna yükseltilmemiz (1999) ve müzakerelerin başlaması (2005) gerçekleşti.
Türkiye AB’ne üyelik için uğraşmaya devam etmelidir. Bu üyelik için uğraşı, üyelikten daha önemlidir. 27 üyenin profili açıkça göstermektedir ki, AB’nin üyelik için bizden beklediği ekonomik, sosyal ve siyasi gelişmişlik değildir, başka şeylerdir. Ama biz, insanımızın, ülkemizin şartlarını iyileştirelim, kalkınmış, refah seviyesini, insanının moral değerlerini yükseltmiş bir ülke olalım, hukukun üstünlüğünü ve adalet duygusunu insanımızın temel vicdani değerleri haline getirelim, savunmada dışa muhtaç olmaktan kurtulmuş bir Türkiye gerçekleştirmek için uğraşalım. Bunlar, AB’ye üyelik gibi bir hedefimiz olmasa bile, yapmamız gereken işlerdir. Biz bu uğraşının sonunda başarıya ulaşalım; sonra AB, eğer isterse, bizi üye yapmak için kapımızı aşındırsın.
TÜRKİYE VE TÜRK DÜNYASI
Türkiye’nin dış politikasında Türk Dünyası, soğuk savaşın bittiği 1990’lardan beri, önemli bir yer tutmaktadır. Daha öncesinde 1944 olaylarıyla birlikte ülkemiz aydınları arasında “Türkçülük, Turancılık” kavramları adeta “öcü” haline gelmiş olduğu için, 1957’lerden itibaren Kerkük Türklerinin kültürel haklarının korunması, Batı Trakya ve Kıbrıs Türklüğü için mücadele, 1982’de Afganistan Türklerinden beş bin kişi kadarının Türkiye’ye getirilmesi gibi işler dışında devlet politikasında da önemli yer tutmadı. 1989’da Bulgaristan’da Jivkov zulmünden Türkiye’ye kaçan soydaşlarımızın dramı, Türk Dünyası gerçeğini devlet nezdinde de önemli hale getirdi. Ancak, Türk kamuoyunda Türk Dünyasına yönelik çalışmalar, genel hatlarıyla, Türk Ocakları ve Dış Türk Dernekleri gibi derneklerin “Esir Türkler” kavramı altında düzenlediği çalışmalara ve Türk Yurdu, Emel Dergisi gibi mahdut sayıda derginin yayınlarına münhasır kaldı.
1990 sonrasında ise, konjonktürel değişikliklere göre önemi azalıp çoğalan bir Türk Dünyası politikası uygulandı. Bunun yerine, Türkiye’nin Dış politikasında öncelik Türk Dünyası olmalıdır. Elbette Türk Dünyasına yönelik politikalarımızı, konjonktürel şartları dikkate alan, bu şartlar ne kadar lehimizde olursa olsun komşu ülkelerle kötü olmadan, ama ne kadar aleyhimize olursa olsun vazgeçilmeyen istikrarlı bir hedef haline getirmenin ve uygun plan ve programlar geliştirip uygulamanın yollarını arayıp bulmak gerekir.
3 Ekim 2009 tarihinde Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye arasında imzalanan ve Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyinin (Türk Konseyi/ Türk Keneşi) kurulması kararlaştırılan Nahcıvan Anlaşması önemlidir. Bu anlaşma hükümlerine sadık kalmak, anlaşmanın öngördüğü işleri, yine anlaşmaya göre her yapılan Devlet Başkanları toplantılarını ve bu toplantılarda alınan kararları ihmal etmeden istikrarlı bir şekilde yerine getirmek gerekir. Özbekistan ve Türkmenistan’ın da Nahcivan Anlaşmasına taraf ülkeler olması için gerekli diplomatik faaliyetlerden de asla vazgeçilmemelidir. Sonrasında Tacikistan, Moğolistan gibi kendimiz dışında sayamayacağımız ülkelerin de dâhil edilmesi için uğraşılmalı, bölgemizin diğer ülkeleriyle Konsey arasında siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerin artırılmasına çalışılmalıdır.
Bu anlaşmanın ikinci maddesinde ortaya konan temel amaçlara da uygun olan, yapılması gereken işler şöyle sıralanabilir:
Türkiye’nin yapılması gereken işlerle ilgili gayretlerinde harekete geçirebileceği şüphesiz birçok ulusal ve uluslararası diplomatik araç vardır. Türk Konseyi yanında, bir kısmı daha önceden kurulmuş olan ve bazıları Nahcıvan Anlaşmasıyla Türk Konseyi bünyesinde zikredilir hale gelen Türk Parlamenterler Asamblesi, TÜRKSOY, Kazakistan’daki Türk Akademisi, Azerbaycan’daki Türk Müzesi gibi kuruluşlar ve STK’lar yanında, TİKA, YTB (Yurtdışı Türkler Başkanlığı), Yunus Emre Vakfı üzerinden yapılacak birçok çalışma söz konusudur. BM ve bünyesindeki örgütleri, AB, NATO, AGİT değerlendirmek de diplomasimizin gayretiyle çok yararlı olacaktır.
Yapılması gereken işler arasında ilki, son derece önemlidir. Sonrakilere dört elle sarılabilmenin şartı da bu ideolojik motivasyondur. Türkiye aydınlarının kardeş cumhuriyet aydınlarıyla birlikte geliştireceği bir ideoloji, bir ülkü, bizim kendimizi önemli saymamızı, gençlerin gelecekle ilgili hedeflerinin olmasını ve bu hedefleri gerçekleştirmek için gerekli heyecana sahip olmalarını sağlayacak, kendimize olan güvenimizi artıracaktır.
İDEOLOJİK MOTİVASYON, ÜLKÜ BİRLİĞİ
Sovyetler Birliği, sosyalizm aracını kullanarak bütün Dünya’da ezilenlerin hamisi rolünü üslenmişti. Öte yandan, Bolşevik ihtilâlinin yüzüncü yılı dolayısıyla yazılanlardan bir kere daha hatırlıyoruz ki, Sovyet Yönetimi, kendi bünyesinde bilhassa Stalin zamanında her türlü baskıyı uygulamaktan çekinmemiş, binlerce aydını “Pantürkist, Burjuva, Gerici” gibi suçlamalarla öldürmekten ve Gulag[2] denilen sürgün kamplarına göndermekten kaçınmamıştır. Sovyetler, İkinci Dünya Harbinden hemen sonra Kırımdan, Karabağ’dan ve Ahıska’dan on binlerce insanı hayvan katarlarında Orta Asya’ya sürmüştü. Ama Dünya’da ezilenlerin hamisi idi!
Türkiye, bölge ülkelerinin, özellikle kardeş cumhuriyetlerin küresel gelir dağılımından daha adil pay almaları, petrol ve doğal gibi kendi kaynaklarından elde edilen gelirin kendilerine kalması, Orta Asya’da felâketlere yol açan ekolojik sorunların ve çevre kirliliğinin giderilmesi gibi konuların çözümüne yardımcı olmak üzere öncülük görevi üstlenebilir. Türkiye, Sovyetler Birliğinin uyguladığı tarzda bir “hami” değil ama bir “öncü” vazifesini üstlenmek zorundadır.
Türk Dünyasını meydana getiren halkların birlikte kalkınması, bölgede birlikte güç haline gelmesi, problemlere ortak çözümler bulabilmesi Türkiye’nin bu öncülük görevinde temel motivasyon olmalıdır. Tarihi tecrübemizden kaynaklanan “Türk Medeniyet Tasavvuru” merkezli bir düşünce etrafında birlikte bir güç haline gelmemiz halinde ancak “Küresel Adalet” kavramını yeryüzünde biz tesis edebiliriz. Bu düşünceyi bir ülkü haline getirip, Türk Konseyine üye ülkelerin aydınlarına ve halklarına bir heyecan unsuru, bir “Kızılelma” olarak benimsetmek için gereken yapılmalıdır. Bunun için, gerekli bilgi birikimine ve tarihi tecrübeye sahibiz.
Türk Konseyi, Türk topluluklarına kendi özelliklerini hatırlatacak mesajları kendisi verebileceği gibi, bunların çeşitli sivil ve resmî kurumlarca verilmesi için gerekli siyasi kararları alabilir. “Küresel Adalet”, bizim kültürümüzün zihni muhtevasında var olan bu özelliklerden birisinin kavramlaşmış ifadesidir. En kanlı, en şedit, en acımasız Türk hükümdarlarının bu sert sıfatlarla anılmalarına sebep olan uygulamalarında bile adalet kaygısını tespit etmek mümkündür. Nizamülmülk’ün ifadesiyle atalarımız “küfür abat olur, zulüm abat olmaz” demişlerdir.
Türk Dünyası ile ilgili çalışmalar, Türkiye’nin Dış Politikasının Batıcılık ve statükoculuk olarak ifade edilen iki temel özelliği (Oran, 1996: 353) değişecek mi, değişiyor mu, değişmeli mi gibi sorulardan bağımsız bir konudur. Türkiye, dış politikasında alternatiflerini çoğaltabilir, mevcut akitlere halel getirmeden birtakım revizyonlar yapabilir. Hatta, bugün Suriye meselesinde olduğu gibi, dış politikada ciddi bir makas değiştirme ihtimaliyle karşı karşıya gelebilir. Ama bütün bu alternatifler, değişmezlerimiz değildir. Dış politikada tercihlerimiz ne olursa olsun, pergelin hareketli ayağı, Rusya, ABD, AB, İran, Yakındoğu, Ortadoğu, Bağlantısızlar Hareketi vb. üzerinde dolaşırken, Türk Dünyası pergelin sabit ayağı olmalıdır. Türk Dünyası olarak birlikteliğimizin muradı Küresel barışa, huzura ve adalete hizmet edecek bir güç haline gelmektir. Bu niyeti Dünya’ya iyi anlattıktan sonra düşmanımız olacak ülke olabilir mi? Olursa, “onların muradı demek ki, Küresel barışa ve huzura hizmet etmek değilmiş” der, tavrımızı ona göre belirler, yolumuza devam ederiz.
Kaynaklar:
Oran B, 1996, “Türk dış politikası: temel ilkeleri ve Soğuk Savaş ertesindeki durumu üzerine notlar”, AÜ SBF Dergisi, C:51, Sayı:1–4, Sayfa: 353–370, Ankara.
[1]AB, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu olarak 1951 yılında Fransa, Almanya, Belçika, Lüksemburg, Hollanda ve İtalya tarafından kuruldu. Daha sonra 1957’de Roma Anlaşması ile AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) adını aldı. 1973’te İngiltere, Danimarka ve İrlanda topluluğa sahil oldu. 1981’de Yunanistan, 1983’te de Portekiz ve İspanya’nın girmesiyle üye sayısı 12’ye yükseldi. 1995 yılında Avusturya, İsveç ve Finlandiya birliğe katıldı. 2002’de Euro ortak para birimi olarak kabul edildi. 2004’te Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Slovakya, Malta, Estonya, Letonya, Litvanya, Macaristan, Polonya ve GKRY, 2007’de Bulgaristan ve Romanya, 2013’te Hırvatistan katılınca üye sayısı 28’e yükseldi. (https://www.ab.gov.tr/_105.html). Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, daha sonra Roma Anlaşmasıyla AET (1957) adını aldı. Bir ara Türkiye’de Ortak Pazar olarak anıldı. 1992’de Maastricht Anlaşmasıyla isim AB oldu.
[2]Gulag kelimesi şu Rusça ifadedeki kelimelerin baş harflerinden oluşmuştur: Главное управление исправительно-трудовых лагерей и колоний: Çalışma Kampları Yönetimi Baş İdaresi
24 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi