TÜRK DÜNYASINDA PROBLEMLER, PROBLEMLİ YÖRELER
Türk Dünyası 21. Asrın ilk yarısında Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, KKTC, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan olmak üzere 7 bağımsız devlete sahiptir. Bosna Hersek, Moğolistan ve Tacikistan’daki kardeşlerimizi, kültürel farklarımızın farkında olmakla beraber kendimizden ne kadar ayırabiliriz? Bugün Macaristan’da oldukça yaygın, Finlandiya’da daha az olmak üzere Turan geçmişleri entelektüel merak konusudur.
Bağımsız devletler yanında, özerk devlet ve bölge olarak yaşayan kardeşlerimiz vardır. Rusya Federasyonu’nda Altay, Kabardin-Balkar, Karaçay-Çerkez, Dağıstan ve içinde Nogay Bölgesi, Başkurdistan, Tataristan, Tuva, Saha, Hakas, Mari-El ve Çuvaşistan, Çin kontrolü altında Doğu Türkistan, Moldova’da Gagavuzya, Azerbaycan’a bağlı Nahcıvan ve Karabağ, Özbekistan’a bağlı Karakalpak Özerk Cumhuriyetleri bu özerk devletleri ve bölgeleri oluşturur. Ayrıca İran, Afganistan, Balkanlar, Suriye ve Irak’ta o ülkelerin vatandaşları olan yaşayan ve bazıları azınlık statüsünde kardeşlerimiz vardır. Bir de başka ülkelerde işçi olarak yaşayan Türk Cumhuriyetlerinin vatandaşlarından bahsetmek gerekir.
Bütün bu saydığımız bölgelerde yaşayan kardeşlerimizin kültürel, siyasi, ekonomik problemleri vardır. Ayrıca ekolojik dengesizlik problemlerinden de bahsetmek gerekir. Ancak burada insan hakları ve uluslararası hukuk bakımından uluslararası kamuoyunun gündeminde olması gereken iki problem öncelikli olarak ele alınacaktır: Doğu Türkistan ve Dağlık Karabağ.
DOĞU TÜRKİSTAN MESELESİ
Son günlerde Doğu Türkistan’dan çok endişe verici haberler geliyor. Bunlar ne yazık ki, Doğu Türkistan’la ilgili birkaç STK’nın ve ehl-i insaf birkaç medya kuruluşunun gündeminde ama Türk kamuoyunun gündemine hala taşınmış değil.
Özetle Çin, Sovyetler Birliğinin Stalin döneminde Sovyet Komünist Partisi tarafından uygulanan “sindirme” politikasını Doğu Türkistan’da uyguluyor. BM, Ağustos ayında yayınladığı raporda Çin’in bir milyona yakın (Doğu Türkistanlı güvenilir kaynaklara göre çok daha fazla) Uygur Türk’ünü Doğu Türkistan’da “yeniden eğitim” kamplarına gönderdiği haberlerini, endişe verici olarak nitelemişti. Bir taraftan Çin sözcüleri bu ithamları “Doğu Türkistan’da herkesin eşit özgürlük ve haklara sahip olduğunu” söyleyerek inkâr ederken, bir taraftan da “radikal ideolojilerle mücadele kapsamında mesleki yeterlilik eğitim merkezleri” oluşturulması yönünde mevzuat hazırlıyor. Buna göre, “hangi gıdaların veya gıda dışı malzemelerin İslâmi olmadığına (helal olmadığına) ilişkin söylemler” gibi en sıradan söylemler bile suç sayılabilecek.
Doğu Türkistan Çin tarafından 18. Asır ortalarında işgal edilmeye başlandı. Ancak kardeşlerimizin bu işgale karşı direnmeleri günümüze kadar devam etti. 1863 yılında Atalık Gazi Yakup Bey be Devlet Kaşgar merkezli bir devlet kurmuştur. 1878 yılında Yakup beyin vefatı üzerine Çin bölgeyi işgal etmiştir. 1931 yılında Kumul’da başlayan isyan, 12 Kasım 1933 tarihinde Kaşgar’da Şarki Türkistan İslam Cumhuriyetinin kurulmasıyla netice almıştır. Ancak kısa sürede Rusya’nın da desteğiyle Çinliler bu devleti yıkmıştır. Milli ordudan kalan subaylar Albay Abduniyaz komutasında 1937 yılına kadar mücadeleye devam etmiş ama hepsi şehit olmuşlardır.
Bir süre sonra, 1944 yılında Kulca, İli ve Tarbagatay şehirlerini içine alan bölgede Şarki Türkistan Cumhuriyeti kurulmuş ve Cumhurbaşkanlığına Alihan Töre Saguni getirilmiştir. Ancak bu devlet de beş yıl yaşadıktan sonra 1949 yılında Mao’ya bağlı Çin ordusu tarafından işgal edildi. Direniş ve baskılar ondan sonra da devam etti. Son 30 yıl içinde cereyan eden önemli olaylar hakkında kısa bir bilgi işin mahiyetini anlamayı kolaylaştıracaktır:
O zamanki Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, Urumçi ve Kâşgar’ı ziyaret ederken Orta Çin’de işte bu Guan Dong eyaletinin Şaoguan şehrindeki bir oyuncak fabrikasında, Çinli işçilerin Uygur işçilere saldırması üzerine meydana gelen olaylarda 18 Uygur (Çin resmi kaynakları önce 2 dedi, Uygur kaynaklar bu sayının 2’den çok daha fazla olduğunu söyleyince 18 dedi) öldürülmüştü. Bunun duyulması üzerine önce Urumçi’de, sonra başta Kâşgar olmak üzere Doğu Türkistan’ın diğer şehirlerinde halk, Şaoguan şehrinde öldürülen Uygurların katillerinin bulunması istemiyle toplanıp gösteri yapınca olaylar meydana geldi, yüzlerce soydaşımız öldü. Yönetimin, evlerden insanları, yaşlı kadın ve çocuklar hariç, gösteriye katılsın katılmasın toplayıp götürdüğü bildirilmişti. 5 Temmuz olaylarında bu şekilde evlerden toplanan soydaşlarımızdan en az on bin kişinin akıbeti hala meçhuldür.
Bölgede cemaatle namaz kılmak, resmi dairelerde oruç tutmak yasaktır. Komünist Partinin yayınladığı tamimlerde, bölgede görev yapan memurların ve Komünist Partisi üyelerinin halk içinde yerel dilleri değil, Mandarin dilini konuşmaları ve Komünist Parti ideolojisini bağlılıklarını her vesileyle dile getirmeleri isteniyor.
Yaklaşık on yılda bir ortaya çıkan bu baskılar daha ne kadar ne kadar devam edecektir?
İnsan Hakları İhlalleri Gözleme Kuruluşlarının raporlarına uluslararası camia kulağını tıkamış bulunuyor. Birleşmiş Milletlerde konu gündeme gelmiyor. Çin her vesileyle olayları İslamcı, ayrılıkçı terör örgütleriyle mücadele olarak maskeliyor. Kimse Çin’in bu kara propagandasına inanmıyor, ama bir yaptırım uygulamaya yanaşan da yok.
Dünya Uygur Kongresi İdarecilerinin çırpınışları, Çin tarafından engellenmeye çalışılıyor. Doğu Türkistan’da yaşananları Dünya Kamuoyuna anlatmak üzere değişik ülkelerde toplantı düzenlemelerine Çin, o ülkeler nezdinde girişimlerde bulunarak engel olmaya çalışıyor. Ne yazık ki bu ülkeler arasında Türkiye ve diğer Türk Cumhuriyetleri de vardır.
Dünya Çin’in kara propagandasına ve Doğu Türkistanlıların sesini kısma girişimlerine prim vermemelidir. Dünya Uygur Kongresi yöneticilerine Doğu Türkistan’da yaşananları anlatma imkânı verilmelidir. Medya baskıları Dünya Kamuoyuna anlatmalıdır.
Bugün Doğu Türkistan’da Mülkiyet Edinme ve Memleketinde Çalışma Hakkı yoktur. Bilgi ve Haber Edinme Hürriyeti, Haberleşme Hürriyeti, Toplantı, Gösteri ve İbadet Hürriyeti, Can ve Mal Güvenliği yoktur.
Dünya, Çin’den bu İnsan Hakları İhlallerini durdurmasını istemelidir. Çin’e yaptırım uygulanmalıdır. İnsanlığın bittiği yerde ekonomik menfaat hesabı yapılır mı? İnsanlığın bittiği yerde stratejik, jeopolitik hesapları yapılır mı?
Çin’e kim dur diyecek? Amerika, Rusya, Japonya, Avrupa Birliği, İslâm Ülkeleri Konferansı, kısaca bütün Dünya Çin’e karşı ortak hareket etmelidir. Engel olunmazsa Çin, Dünya için her gün artan bir tehdit olacaktır. Mesele sadece Doğu Türkistan ve Tibet’te İnsan Hakları İhlallerinden ibaret değildir. Bugün seyirci kalanlar için yarın çok geç olabilir.
Doğu Türkistan’da insan hakları ihlallerine Çin’in derhal son vermesi gerekmektedir. Çin yönetim anlayışını tanıyanlar ve Doğu Türkistan’ın 1877’den bu tarafa tarihini bilenler, Çin’in bu baskılara, Doğu Türkistan halkı kimliğini kaybedinceye kadar son vermeyeceğini düşünmektedir. Onun için temel çözüm Doğu Türkistan’ın istiklâlidir. Ancak öncelikle, en tabii hak olarak Doğu Türkistan’daki Türk-İslam topluluklarının kendileri olarak varlıklarını geleceğe taşıma hakları teminat altına alınmalıdır.
DAĞLIK KARABAĞ MESELESİ ve HOCALI KATLİAMI
20. yüzyılın sonunda yaşanan iki vahşeti unutamayız. Bunlardan birisi 1992 Şubat sonunda Dağlık Karabağ Hocalı’da Ermeni askerlerinin yaptığı katliam, diğeri bundan 3 yıl 4 ay 15 gün sonra, 11 Temmuz 1995’te Bosna’nın Srebrenitsa kentinde Sırp askerlerin yaptığı katliamdır. Bunlardan ikincisi Lahey Adalet Divanı tarafından soykırım olarak kabul edilmiştir.
Birincisi ise, yüzyıldan fazla geçmişe sahip bir meselenin, 1915’te Ermenilerin Anadolu’dan tehciri ve Karabağ meselesinin parçası olarak ele alındığı için uluslararası kamuoyunda münferit bir olay olarak algılanmamaktadır. Hocalı katliamı, Hristiyan camia tarafından 1915 olaylarından ve Karabağ meselesinden müstakil olarak ele alınabilse bile, tarafsız bir gözle değerlendirilmemektedir. Dolayısıyla 1915 tehciri ve Karabağ meselesi, Hocalı Katliamını ve sonraki ilgisizliği anlamanın başlangıcıdır.
Yüzüncü yıldönümünü Ermenilerin büyük gürültülerle andığı 1915 olayları nedir? Özet olarak, 1915 yılında Anadolu topraklarındaki Ermeniler Osmanlı hükümeti tarafından Suriye ve Lübnan taraflarına nakledildi. Bu nakil sırasında çıkan olaylar ve hastalıklarda ölen Ermenilerin sayısı daha sonraki yıllarda Ermeni diasporası tarafından çok abartılı olarak propaganda edildi ve Osmanlı idaresi soykırım yapmakla suçlandı. Oysa savaş ortamıydı. Anadolu’da yaşayan Ermeniler arasında örgütlenen ve 1915’ten önceleri de Anadolu’nun birçok yerinde Müslüman ahaliye saldıran çeteler, savaşan Osmanlı ordusu için cephe gerisinde bir tehdit oluşturuyor, öte yandan Ermeni azınlığın can ve mal güvenliği de tehdit altına girmiş oluyordu. Böylesi gerçekçi gerekçelerle gerçekleştirilen tehcir, Ermeniler tarafından, uluslararası kamuoyunda halen Osmanlı idaresini soykırım yapmış gibi göstermek ve onun varisi sayılan Türkiye Cumhuriyeti devletini de bu soykırım “suçunu” kabule zorlamak için kullanılmaktadır. Tarihi gerçeklerle bağdaşması mümkün olmayan bu haksız propaganda, peşin Osmanlı husumeti nedeniyle Hristiyan toplumlarda etkili olmaya devam etmektedir.
TARİHİ ARKA PLAN: KARABAĞ MESELESİ
Hocalı katliamını ve sonraki çözümsüzlük sürecini iyi anlayabilmek için Kuzey Kafkasya’nın Rus hâkimiyetine geçtiği 1725-1828 arası ve sonrası siyasi olaylarını doğru okumak gerekir.
15. ve 16.asırların Dünya devletlerarası siyasi tarihi, Kuzey Asya’daki Altınordu Devleti, Anadolu ve Rumeli’deki Osmanlı, İran’daki Safevi, Mısır’daki Memluk, Türkistan’daki Çağatay Hanlığı, Timur Devleti ve Şeybani Hanlığı, Hindistan’daki Babür Devleti gibi Türk Devletleri arasındaki ilişkilerin tarihidir dense mübalağa olmaz. Sonraki zamanda özellikle Rusya ile İngiltere arasında Orta ve Yakındoğu Asya’ya hâkim olma mücadelelerine verilen isim olan “Büyük Oyun”[1], aslında çok öncesinde bizim aramızda cereyan ediyordu. 1722 yılında Şah II. Tahmasp’ın çocuk yaşta tahta geçmesini fırsat bilen Afganistan valisinin isyanı üzerine başlayan olaylar, Rusya’nın da bu bizim aramızdaki büyük oyuna bir şekilde dâhil olmaya başladığı zamanlardır. İran’ın bu zafiyetinden yararlanan Rusya 1722 yılında Derbent’i alır. Osmanlı’nın elinde olmayan Kafkasya topraklarını ele geçiren Rusya, Çar I. Petro’nun ölümü üzerine İran ile 1735’te Reşd mukavelesini imzalayarak Kafkasya’dan çekilir. Nadir Şah bu sıralarda temayüz eder. Nadir Şah’ın 1747’de vefatı üzerine Azerbaycan’da aslında her biri bir Türkmen aşiretinin beyliği olan hanlıklar İran’dan bağımsız hareket etmeye başlar. 1760’larda Gürcü prenslerine yardım gerekçesiyle bölgede tekrar görünmeye başlayan Ruslar, bu hanlıkların İran ile, Osmanlı ile, kendi aralarında ve İran ile Osmanlı’nın çekişmelerini iyi değerlendirir. O tarihlerden sonra İran ile Rusya arasında imzalanan önce Gülistan (1813) ve sonra Türkmençayı (1828) anlaşması ile Aras nehrinin kuzeyindeki toprakları Rusya’ya kalır.
Karabağ, Azerbaycan’ın Kür ve Aras ırmaklarıyla bugün Ermenistan sınırları içinde kalan Gökçe Göl arasında yaklaşık 18 bin km kare büyüklüğündeki bir coğrafyadır. Dağlık Karabağ veya Yukarı Karabağ ise bu coğrafyanın hemen ortasında dağlık bir arazi olup 4300 km kare büyüklüğündedir (Harita:1) ve problem olan bölge de burasıdır. Bugün kolaylık olsun diye Dağlık Karabağ Meselesi yerine Karabağ Meselesi denilmektedir (Lütem, 2007).
Esasen bu Karabağ kelimesi Dağlık Karabağ’ı değil de bütün Karabağ’ı ifade etmek üzere kullanılsa bile yanlış olmayacaktır. Çünkü 1828 Türkmençayı anlaşması imzalandığı zaman Revan, Karabağ, Şeki, Bakü, Kuba, Şirvan, Gence, Nahcivan ve Taliş hanlıkları İran’a bazen tabi, bazen bağımsız varlıklarını sürdürüyordu.
Türkmençayı anlaşmasıyla Kuzey Kafkasya İran tarafından Ruslara bırakıldıktan sonra bu hanlıkların hüküm sürdüğü topraklarda inisiyatif Rusya’nın eline geçti ve Ermeni nüfus ancak bundan sonra Karabağ’da yerleştirilmeye başlandı. Esasen daha 1796’da Derbent’i yeniden alan Rusya, 1803’te Dağıstan’ı, 1860’da da Bakü ve Kuba hanlıklarını işgal etmişti.
Rusya, Hristiyanlık adına Ermenileri himayesi altına almayı, daha 18. Yüzyıl ikinci çeyreğinden itibaren düşünmeye başlamıştı. İran’la yaptığı anlaşmalardan sonra Ermeni Meliklerini maiyetiyle beraber Revan, Nahcivan ve Karabağ’a yerleştiren Rusya, bu bölgelere Ermenistan denilmesi yönünde fermanlar çıkardı. 1832 yılındaki ilk resmi Rus sayımına göre Karabağ nüfusunun % 64'ü Azerbaycan Türk'ü, % 34'ü Ermeni idi (Gömeç 2001). 1890’lı yıllara gelindiğinde Revan ve Karabağ’da Ermeni nüfusu 1 milyonu bulmuştu.
Rus bürokrasisinde ve ticaretinde nüfuz sahibi olmaya başlayan Ermeniler de, Rusların bölge siyasetini etkiliyordu. Meselâ Ermeniler Rus Çarına elmas bir taht hediye ettiler. Ermeniler Rusları kendilerine daha çok yardım etmeye teşvik ederken, Ruslar da Ermenileri tahrik etmeye ve bölgeyi terörize eden Hınçak, Taşnak-Sutyun ve Ramgavar gibi Ermeni çetelere yardımcı olmaya devam ediyordu.
Ermenilerin bölgeye yerleştirilmesi ve sonraki olaylar şöyle bir kronolojik sırayla özetlenebilir:
Birinci Dünya savaşı müttefiklerin lehine sonuçlanınca, Rusya’nın daha önce 3 Mart 1918 tarihinde ittifak devletleri olan Almanya, Avusturya, Türkiye ve Bulgaristan’la imzaladığı Brest-Litovsk anlaşması geçersiz oldu ve savaşı bırakmış olan Rusya Kafkasya ve İran’da tekrar etkili olmanın yollarını aramaya başladı.
Azerbaycan Cumhuriyeti Karabağ’da ve Revan’da Ermeni tedhiş örgütüne karşı mücadele ederken 20 Nisan 1920’de Bakü’de Nerimanof öncülüğündeki komünistler parlamentoyu basacakları tehdidiyle idareye el koydular ve 1922 yılında da Ermenistan ve Gürcistan’la beraber Sovyetler Birliğine bağlı Kafkasya Ötesi Sovyet Federal Cumhuriyetini oluşturdular. Bu yıllarda Kirov yönetimindeki Bolşevikler 1 milyondan fazla Türk’ü idam ettiler, öldürdüler. 1936 yılında federasyon ilga edildi ve üç cumhuriyet ayrı ayrı Moskova’ya bağlandı (Gömeç 2001). Bu tarihte de Moskova’da Karabağ’ın statüsü Azerbaycan’a bağlı özerk bir bölge olarak belirlendi.
Fakat Ermeniler Stalin zamanında da onun ölümünden sonra da durmadılar, Karabağ’da yaşayan Türk nüfusu devamlı tedhiş ile göçe zorladılar. 1944 yılında 140 bin Azeri’nin toprakları ellerinden alındı ve Ermenilere verildi. Karabağ’ın başkenti daha 1923’te Şuşa’dan Hankendi denilen köye nakledilmiş ve bu köy, biraz önce bahsedilen Ermeni komünist Stepan Şaumyan şerefine Stepanakert olarak değiştirilmişti.
Stalin’in ölümünden sonra da Rusya’nın siyaseti değişmemiş; Karabağ’da Ermeni nüfusu artıracak politikalar uygulanmış, bununla beraber Azerbaycan’a bağlı özerk bölge statüsü değiştirilmemiştir. Karabağ Azerileri özerk bölge olmak yerine doğrudan Azerbaycan’a bağlanmak için defalarca başvuruda bulunmuşlar ama netice alamamışlardır. 1968 yılında Hankendi’nde çatışmalar çıkmış (Lütem, 2007), Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanması yönünde karşı teşebbüsler bu çatışmalardan sonra hızlanmıştır. Ancak 1985’e kadar statü bir şekilde muhafaza edilmiştir. Gorbaçov dönemindeki glasnost ve perestroyka politikaları Karabağ’da Ermeni milliyetçilerinin faaliyetlerini iyice azdırmış, Ermenistan’dan da bunlara destek verilmesi üzerine Azerbaycan’la Ermenistan arasında gerginlik baş göstermiştir.
Ermenistan’da ve Karabağ’da Ermenilerin gösterileri devam ederken 18 Şubat 1988’de çoğunluğunu Ermeni milletvekillerinin meydana getirdiği Karabağ parlamentosu, Ermenistan’a bağlanma kararı aldı. Moskova’da Sovyet Yüksek Meclis’i bu kararı kabul etmedi. Bundan sonra olaylar çok hızlı gelişti. Bir taraftan siyasi mücadele, bir taraftan olaylar aldı başını gitti. Ermenistan’dan ve Karabağ’dan kaçmak zorunda kalan Azeriler, Azerbaycan’da da sinirlerin gerilmesine yol açıyor ve etnik çatışmalar Azerbaycan topraklarına da sıçrıyordu. 24 Kasım 1988’de Gence ve Nahcivan’da olaylar tırmanınca Moskova müdahale etti. Moskova’dan yapılan açıklamada olaylarda 87 kişinin öldüğü 1500 kişinin de yaralandığı, 158.000 Ermeni’nin Azerbaycan’dan ve 141.000 Azeri’nin de Ermenistan’dan ayrıldığı bildirilmiş ayrıca 15.855 silah yakalanmış olduğu belirtilmiştir (Lütem 2007).
Ermenilerin yatışmayan talepleri ve gösteriler üzerine Moskova tutumunu sertleştirmiş, Karabağ’ın idaresi doğrudan Moskova’dan atanan bir komiteye devredilmiş, tutuklamalar olmuştur. Bir müddet sükûnet sağlanmış ama Erivan’da tutuklananların serbest bırakılması yönünde gösteriler başlayınca Moskova’da tutumunu değiştirmiş, özel komitenin görevine son vermiş, bu yüzden de fiili durum olarak Karabağ’ın statüsü tekrar Azerbaycan’a bağlı özer bölgeye dönüşmüştür. Ancak Sovyet Yüksek Meclisi Azerbaycan’dan Karabağ’a tam ve gerçek özerklik veren yasal düzenlemeler yapmasını istemiş ve Rus askerleri Karabağ’da kalmaya devam etmiştir. Ermenistan Parlamentosu ve Karabağ’da 18 Ağustos 1989’da kurulan Ermeni Milli Konseyi “Karabağ’ın Birleşmiş Ermenistan Cumhuriyeti’nin bir parçası olduğunu belirten bir bildirgeyi 1 Aralık 1989 tarihinde kabul etmiştir. Buna göre Ermenistan kanunları Karabağ’da da geçerli olacaktı. 1990 yılı Ocak ayında Ermenistan Meclisi tarafından kabul edilen Ermenistan bütçesinde Karabağ da yer almış ve Ermenistan seçim kanunlarının Karabağ’da da geçerli olması kararlaştırılmıştır. Ermenistan Parlamentosu’nun yukarıda değindiğimiz “Birleşmiş Ermenistan” hakkındaki kararı Moskova’da Sovyet Yüksek Meclisi tarafından Anayasaya aykırı bulununca Ermeni Parlamentosu Moskova’da kabul edilen kanunların Ermenistan Meclisince veto edilebileceğine dair bir karar almıştır. Bu kararlar Ermenistan’ın bağımsızlık yoluna girdiğini ayrıca Karabağ’ı da ilhak etmek istediğini açıkça göstermiştir.” (Lütem 2007)
Ocak 1990 olayların doruğa tırmandığı ay oldu. Bakü’de Halk Cephesi tarafından düzenlenen ve Karabağ ve Ermenistan’dan kaçan kişilerin çoğunluğu oluşturduğu büyük gösterilerde Azerbaycan hükümetinin Karabağ üzerinde egemenliğini kurması isteniyordu. Gerçekten 28 Kasım 1989’da Karabağ tekrar Azerbaycan’ın idaresine verilmiş ancak burada asayiş sağlanamamıştı. Bakü’de tırmanan olaylar ve gösteriler üzerine Sovyet Yüksek Meclisi Bakü’ye asker göndermeye karar verdi. 19 Ocak 1990’da Bakü’ye karşı karadan ve denizden harekete geçen Sovyet askerleri gösteri kalabalığına tanklarla hücum ettiler, sokak savaşlarında Halk Cephesinin açıklamasına göre 600’den fazla soydaşımız hayatını kaybetti. Ölenlerin cenaze merasiminde de kalabalığa ateş eden Sovyet askerleri ölü sayısının daha da artmasına yol açtı.
Barış çabaları ciddi bir sonuç vermedi. Sovyet Yüksek Meclisinin sert kararlarını da artık taraflar takmaz olmuştu. Sovyetler Birliği dağılma sürecine girmişti. Gorbaçov’un birliği koruma yolundaki son çabaları da sonuç vermedi ve Ermenistan 23 Eylül 1991, Azerbaycan da 29 Aralık 1991’de bağımsızlıklarını ilan etti. Bu arada Yeltsin ve Nazarbayev’in tarafları barıştırma girişimleri çok kısa süreliğine olumlu oldu, birkaç gün içinde çatışmalar yine başladı. Sovyetler Birliği kendisini 1992 başından itibaren geçerli olmak üzere feshettiği için Karabağ’daki Sovyet askerlerinin de geri çekilmesi istendi. Ancak çekilme fiilen Haziran 1992’de başladı ve tamamlanması aylar aldı.
HOCALI KATLİAMI VE AZERBAYCAN TOPRAKLARININ İŞGALİ
Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesinden hemen önce Karabağ’da Ermeniler referanduma gitti. Daha önce de 1988’de Ermenistan’a bağlanma kararı alan Karabağ parlamentosu 10 Aralık 1991’de yapılan referandumun ardından bağımsızlığını ilan etti. Ancak Dünya kamuoyunda bu bağımsızlık itibar görmedi. Azerbaycan da bu hukuksuz kararı kabul etmedi. Bunun üzerine başlayan gerginlik çatışmaya dönüştü ve Ermenistan destekli Karabağ Ermeni milisleri hazırlıksız olan Azerbaycan ordusunu etkisiz hale getirdi ve Karabağ’da sivillerin yaşadığı yerlerde Azeri halkı katletti, göçe zorladı. Hankendinde bulunan Sovyet 366. Zırhlı motorize alayı da Ermeni milislere destek veriyordu.
Hankendi ile Ağdam arasında stratejik bir konumda olan Hocalı (Harita:3), 7000 nüfuslu bir yerleşim yeriydi. Azerbaycan hükümeti buranın statüsünü 28 Ocak 1992’de müstakil bir reyon (ilçe) olarak ilan etmişti. Hocalı nüfusunun büyük çoğunluğunu Özbekistan’dan kaçan Ahıska Türkleri ve 1988’den itibaren Ermenistan ve Dağlık Karabağ’ın çeşitli yerleşim yerlerinden göçe zorlanan Azeriler oluşturuyordu. 25 Şubat 1992 gecesi bir baskınla Hocalı’ya giren Ermeniler kentte kalan üç bin kadar insandan 1275’ini rehin aldı, 83’ü çocuk, 106’sı kadın olmakla 613’ünü hunharca öldürdü. Ayrıca, 487 kişi ağır yaralandı, 150 kişi ise kayıptı. Geriye kalan az sayıdaki insan karlar ve buzlarla kaplı dağ yolundan aşarak canını kurtarmaya çalıştı, pek çok kişi de bu yolda donarak öldü. Yaşlı-genç, kadın-erkek, çoluk-çocuk, demeden, yüzlerce Azerbaycan Türkü katledilirken, tarihte eşi görülmemiş işkencelere maruz kalındı.
Azerbaycan’ı zayıf anında yakalayan Ermeniler, bütün ateş kes çabalarına rağmen, bu çabaların “zayıf iradeli” olması yüzünden ve haçlı zihniyetinin müsamahasını almış olmanın rahatlığıyla saldırılarına devam ettiler. 8 Mayıs’ta tarihi Şuşa’yı işgal ettiler. Ermeniler o kadar şımarmıştı ki, hemen ertesi günü Nahcivan’a saldırdılar, Türkiye sınırına 10 km mesafedeki Sederek kasabasına hücum ettiler (Lütem 2007). Ancak Türkiye’nin müdahale ihtimali ciddi gerginliğe yol açtı. İran ve Rusya üçüncü Dünya harbi çıkabileceği tehdidini savurdular ama Ermenistan’ı da ikna ettiler. Nahcivan’dan çekilen Ermeniler bu defa 17 Mayıs’ta Lâçin’i işgal etti.
Bu arada 7 Haziran 1992’de Azerbaycan’da seçimleri Elçibey kazandı ve Azerbaycan hemen taarruza geçti. Yukarı Karabağ’ın kuzeyindeki Magdakert ve etrafını geri aldı. Azeri güçlerinin Karabağ’daki bu başarıları Karabağ’daki Ermeni yönetiminde krize yol açtı. Ancak Ermenistan Parlamentosu 8 Temmuz’da aldığı bir kararla, Karabağ’a ve halkına verdiği devamlı desteği belirttikten sonra Karabağ Cumhuriyeti’ni Azerbaycan’ın bir parçası olarak gösteren herhangi bir belgenin kabul edilmeyeceğini vurguladı. Böylece Ermenistan, Karabağ sorununa Azerbaycan’a bağlı kalması koşuluyla çözüm bulunmasını peşinen reddetmiş oluyor (Lütem 2007) ve Karabağ’da Ermenilerin bozulan morallerini düzeltecek bir algı oluşturuyordu.
Ermeniler toparlanarak ve Elçibey’in iç muhalefetle uğraşmak durumunda kalmasını da fırsat bilerek Aralık ayında kaybettikleri yerleri yeniden işgal etmeye başladılar. Lâçin’i aldıktan sonra barış görüşmeleri arabulucu ülkelerin geçici ateşkes sağlamaları, Yeltsin ile Bush’un çatışmaların derhal durdurulmasını ve AGİT girişimleriyle başlatılan Minsk sürecine yeniden dönülmesini isteyen ortak açıklamaları da netice vermedi. Rusya ile Türkiye bir çözüm çalışmasını sonlandıramadan Ermeniler yeniden hücuma geçti ve Nisan başında Kelbecer’i de aldı, böylece Ermenistan ile Karabağ arasında güneydeki Lâçin’den sonra kuzeyde de bir koridor açılmış oldu. Azerbaycan peş peşe kayıp veriyordu. Ermeniler, Kelbecer’den sonra güneyde İran sınırına yakın yerdeki Fuzuli’ye de saldırdı. Lâçin, Kelbecer ve Fuzuli, Özerk Yukarı Karabağ bölgesinin sınırları dışında Azerbaycan topraklarıydı (Harita: 4).
17 Nisan 1993 tarihinde Türkiye Cumhurbaşkanı Özal vefat etti. Azerbaycan önemli bir desteğini kaybetmişti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 20 Nisan’da almış olduğu 822 numaralı “işgal ettiği yerleri boşaltma” kararı da Ermenistan’ı caydırmadı. Karardan hemen sonra Türkiye, Rusya ve ABD Kelbecer’in hemen boşaltılmasını, iki aylık bir ateş kes ilanını ve AGİT Minsk grubu etrafında barış müzakerelerinin başlamasını öngören bir barış planı imzaladılar. Ermenistan oyunbozanlığı sürdürüyordu. Karabağ ile ilgili belirsizlik var gerekçesiyle planı kabul etmediler. 26 Mayıs’ta planın biraz revize edilmiş halini Azerbaycan ve Ermenistan kabul etti, bu defa da Karabağ güvenlik ve ekonomik ambargo gerekçeleriyle kabul etmedi.
Lütem (2007)’den okuduğumuza göre, içeride yükselen muhalefete Elçibey daha fazla dayanamadı ve 18 Haziran 1993’te Nahcivan’a köyüne gitti. Bakü’de yönetim zafiyetini yine değerlendiren Ermeniler 27 Haziran’da Magdakert’i geri aldı, Ağdam ve etrafını 24 Temmuz’da işgal etti.BM GK kararına rağmen Ermeni güçleri saldırılarına devam etti ve güneyde İran sınırındaki Cebrail’i 18 Ağustos’ta, Fuzuli’yi 23 Ağustos’ta, Kubatlı’yı 31 Ağustos’ta ve Horadiz’i 3 Eylül’de aldı. 24 Ekim’de Zengilan’ı da alan Ermenileri savaştan başka hiçbir şeyin durduramayacağı anlaşılmıştı. Haydar Aliev de 1 Aralıkta karşı saldırıya geçti. Mart ayına kadar süren savaşlarda Azerbaycan, Ermenileri işgal edilmiş topraklardan çıkaramadı ama Ermenilerin de daha fazla ilerlemeye takati kalmamıştı.
Azerbaycan Milli Meclisi Başkanı Resul Guliev Kırgızistan başkenti Bişkek’te 9 Mayıs 1994 tarihinde, daha önce Bağımsız Devletler Topluluğu Parlamenter Asamblesi Başkanı ile Ermenistan, Karabağ ve Kırgızistan Meclis Başkanları’nın imzalamış olduğu bir ateşkes protokolünü imzaladı. Protokol, özetle, Karabağ ve çevresinde ateş kesilmesini ve uluslararası güçlerin barış gücü olarak bölgeye yerleştirilmelerini öngörüyordu. Haydar Aliev’in Rus birliklerinin bölgeye girmesine müsaade edilmeyeceğine dair güvence vermesinden sonra protokol Azerbaycan Meclisi’nde onaylandı. Böylece çatışmalar son buldu, ancak Azerbaycan ve Ermenistan arasında barış kurulamadı.
Özet olarak, 18 Şubat 1988’de Karabağ parlamentosunun Ermenistan’a katılma kararı almasından Mayıs 1994 başına kadar geçen 6 yıldan uzun zarfında 87,000 km karelik Azerbaycan topraklarının %20’si Ermenilerin eline geçmiş (Harita:4), 30 bin insan hayatını kaybetmiş ve 1 milyon insan göç etmek zorunda kalmıştır. BM Güvenlik Konseyi bu zaman içerisinde 822 numaralı karara benzer üç karar (853, 874 ve 884 numaralı kararlar) daha almış ama netice değişmemiştir. BM dışında olaya çözüm bulmak isteyen diğer çabalar da sonuç vermedi. Şimdi bütün bu çözümsüzlük sürecini AGİT - Minsk grubu çalışmaları çerçevesinde inceleyeceğiz.
MİNSK GRUBU VE YİRMİ DÖRT YILA VARAN ÇÖZÜMSÜZLÜK SÜRECİ
Ermenilerin Hocalı katliamından hemen sonra 24 Mart 2992’de Helsinki’de AGİT[2], Belorusya’nın başkenti Minsk’te ABD, Rusya, Fransa, Almanya, İtalya, Portekiz, Hollanda, Belorus, İsveç, Finlandiya, Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan delegelerinin katılacağı bir konferans düzenlenmesini kararlaştırdı. Ancak konferans Minsk’te hiç toplanmadı. 6 Aralık 1994’te AGİT’in olağan Budapeşte zirvesinde grubun kompozisyonu Azerbaycan, Ermenistan, Belorusya, Almanya, İtalya, İsveç, Finlandiya, Türkiye daimi delegeleri ve Fransa, Rusya ve ABD’den eş başkanlar şeklinde belirlendi ve adının Minsk Grubu olarak kalması kararlaştırıldı.
AGİT’in bu Minsk Grubu dışında da uluslararası örgütlerin ve bir şekilde bir araya gelmiş ülkelerin soruna ilişkin açıklamaları ve çözüm önerileri vardır. İKO, Bağımsız Devleler Topluluğu, Rusya ve Kazakistan, Kırgızistan’da Kolektif Güvenlik ve İşbirliği Örgütü, Aland adasında bir araya gelen Rusya, Finlandiya, hatta tek başına İran ve Avrupa Konseyi bunlar arasında sayılabilir. Ancak bunların bir kısmı hiç etkili olmamış, bir kısmı da anlık çözümler üretmiş, çok kısa süreli barış sağlamıştır. Esasen Minsk grubunun çalışmaları da çözüm üretmemiştir. Bununla birlikte yirmi seneyi geçen sürede çözümsüzlüğün nasıl devam ettiğini anlayabilmek için Minsk sürecinin serencamını takip etmek yeterli olacaktır.
Minsk grubu şimdiye kadar hiç toplanmamıştır. Sadece üç kişi oldukları için troyka olarak isimlendirilen eş başkanlar toplanmış, 1997 – 1998’de taraflara kabul edebilecekleri üç plan götürmüştür. Bu planların ilki 17 Temmuz 1997’deki Paket Çözümdür. Bu planda Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’a bağlı bir özerk bölge olması, kendi anayasasını hazırlayabilmesi, Ermeni güçlerinin işgal ettikleri Şuşa şehri ve Karabağ dışındaki Azerbaycan topraklarından çekilmesi, bu bölgedeki güvenliğin AGİT kuvvetlerince sağlanması ve Karabağ’ın serbest ekonomi bölgesi olması öngörülmekteydi. Azerbaycan bu teklifi kabul etti, ancak Ermenistan kabul etmedi. (Lütem 2007, Geçkin 2013). Karabağ Ermeni yönetimi bağımsızlık olmadığı için bu teklifi kabul etmemiş ve karşı hamle yaparak Azerbaycan ile Karabağ’ın eşit haklara sahip olacağı bir federal ya da ortak devlet teklif etmişlerdir (Lütem 2007).
Bunun üzerine eş başkanlar 2 Aralık 1997’de yeni bir çözüm önerisi getirdiler: Aşamalı Çözüm Planı denilen plana göre birinci aşamada çatışma duracak, Ermeniler Şuşa ve Lâçin koridoru hariç işgal ettiği yerleri boşaltacak, mülteciler evlerine dönecekti. Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’a bağlı özerk bölge statüsü devam edecek, ancak ikinci aşamada Lâçin ve Şuşa’nın durumu ve Dağlık Karabağ’ın özerk statüsüyle ilgili tartışma konuları ele alınacaktı. Azerbaycan bu teklifi de kabul etmiş, Ermenistan Cumhurbaşkanı Ter – Petrosyan da tekliften yana olmuş, fakat Dağlık Karabağ’daki Ermeni yönetimi ve oradan gelip Ermenistan’a Başbakan olan Koçaryan bu teklife de karşı çıkmıştır. Bunun üzerine Ter-Petrosyan istifa etmiş, yerine bu Koçaryan cumhurbaşkanı olmuştur (Lütem 2007, Geçkin 2013).
AGİT Minsk Grubunun Kasım 1998’de taraflara ilettiği üçüncü plan ise, Karabağ’ın ilk öneriden sonra ortaya attığı tekliftir: Ortak Devlet planı. Fakat bu çözüm önerisini Azerbaycan, “toprak bütünlüğünü bozacağı” gerekçesiyle reddetmiş (Lütem 2007, Geçkin 2013) veMİNSK Grubunun daha önce hazırladığı ve Karabağ’a Azerbaycan içinde geniş otonomi verilmesini öngören planı desteklemeye devam ettiğini bildirmiştir (Lütem 2007).
Minsk Grubu eş başkanları bundan sonra çözüm planı geliştirmekten vaz geçmişler, tarafları görüşmesini organize etmek ve görüşmelere müşahit olarak katılmak durumunda kalmışlardır.
2001 yılında taraflar görüşlerini yetkili organlarının kararları olarak açıklamışlardır. Ermenistan parlamentosu oybirliğiyle her ne şekil ve yöntemle olursa olsun Ermenistan topraklarından bir kısmının Dağlık Karabağ karşılığında Azerbaycan’a verilmesini kabul etmeyeceklerini ifade eden bir bildirge yayımladılar (Karaağaç 2012, Geçkin 2013). Buna karşılık Azerbaycan’da faaliyet gösteren siyasi partiler, devlet organları, sivil toplum örgütleri ve sayıları 600’ü bulan kişi, kuruluş ve gazete yöneticisi ortak bir bildiri yayımlayarak Azerbaycan Cumhurbaşkanı’na, Minsk Grubu’na ve uluslararası kuruluşlara 4 maddeyi içeren düşüncelerini iletti (Karaağaç 2012, Geçkin 2013). Buna göre ülkenin toprak bütünlüğü ve işgal edilen yerlerin tamamının tahliyesi, başta Şuşa’dan ve Karabağ’ın diğer yerlerinden kovulmuş Azeriler kendi topraklarına dönmesi, Dağlık Karabağ’a öz yönetim hakkı verilmesi, sorun barış yoluyla çözülmüyorsa Azerbaycan’ın yasal hakları çerçevesinde askeri güç kullanarak işgalcileri çıkarması talep ediliyordu (Karaağaç 2012, Geçkin 2013).
2005 yılından itibaren eş başkanlar “temel prensipler” adı altında geliştirdikleri planı taraflara kabul ettirme çabasına girdiler. Taraflar çeşitli düzeylerde defalarca bir araya geldi. 2007 yılında Madrid’deki AGİT zirvesinde taraflara resmen takdim edildi (Al-Jazeera Türk, 2012). Temel prensipler taraflara Madrid’de iletildiği için adı bundan sonra Madrid Prensipleri oldu. Prensipler:
Bu maddelere Azerbaycan razı oldu. Ermenistan ise somut bir karşılık vermedi. Eş başkanlar Madrid Prensiplerine destek verdi. 2009’da 2010 yaz aylarında yapılan G8 zirvelerinde Fransa, ABD ve Rusya liderleri Madrid prensiplerine desteklerini açıkladılar. 25 Ocak 2010’da Azerbaycan ve Ermenistan cumhurbaşkanları Aliyev ve Sarkisyan, Putin’in ev sahipliğinde Soçi’de bir araya geldiler. Erivan Madrid prensipleri mihverinde hazırlanan barış önerisini imzalamak için iki hafta süre istedi ama sürenin sonunda cevap vermedi.
Aliyev ve Sarkisyan 18 ay sonra Kazan’da Medvedev’in ev sahipliğinde yine bir araya geldi. Daha önce tarafların görüşü alınarak hazırlanmış olan işgal edilen topraklardan Ermeni güçlerinin geri çekilmesi takvimine Ermenistan itiraz etti.
SONUÇ
Azerbaycan ile Ermenistan arasında sağlanamayan barışın sorumlusu kimdir? Özetlediğimiz çözümsüzlük süreci göstermektedir ki Ermenistan fiili durumu bir şekilde sürdürmek için bir oyalama politikası gütmektedir. Uluslararası camianın lideri konumundaki ülkeler ve Minsk Grubunu eş başkanları Ermenistan’ın bu tutumuna, en iyimser tabirle sabır göstermektedirler. Ermenistan batının şımarık çocuğu olmaya devam etmektedir.
Minsk Grubunda eş başkanların konuya bakışlarında ne kadar müştereklik vardır? Rusya çözümü, Ermenistan’ın fiili durumu sürdürmek için oyalama politikasını desteklemekte mi görmektedir?
Ermenistan’da ekonomik sıkıntılar halen devam ediyor. Buna ne kadar dayanacaklardır? Türkiye’nin İsviçre’de imzaladığı ve benimseyemediğimiz protokol Ermenistan ve Türkiye parlamentolarından geçmediği için Türkiye’nin Ermenistan sınırını açması veya Ermenistan’a ekonomik yardım yapması söz konusu değildir. Türkiye’nin bir şekilde bölgede inisiyatif sahibi olması Rusya yanında İran’ın da işine gelmemektedir.
Batılı ülkeler de, gerçekleri gören diplomatlara sahip olsalar da, ülkelerindeki Ermeni toplumunu karşılarına almak istemedikleri ve Ermenilerle aynı dinden oldukları için tarafsız davranamamaktadır. Nitekim Madrid prensiplerini Ocak 2010’da Soçi’de Ermeniler kabul etmeyince, Azerbaycan’ın kabul etmesi mümkün olmayan değişikliklere Minsk grubu eş başkanları rıza gösterdi. Oysa bir ülkenin topraklarını işgal etmek bütün uluslararası hukuk ilkelerine aykırıdır. Ermenilerin ileri sürdüğü self determinasyon hakkı da hukuksuzluğa kılıf bulmaktır. Çünkü Karabağ Ermenilerinin Karabağ’da nüfus üstünlüğü, eşkıyalığın neticesidir. Nitekim Ömer Engin Lütem şöyle yazmakta haksız değildir: “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, Avrupa Konseyi’nin ve İslam Konferansı Örgütü’nün Karabağ sorunu hakkında almış oldukları kararlar mecburi değildir. Ancak bu kuruluşlarca öne sürülen toprak bütünlüğüne saygı, sınırların dokunulmazlığı, anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümlenmesi, toprak edinmek için güç kullanmanın kabul edilmezliği gibi ilkeler dikkate alınmadan uluslararası anlaşmazlıkların çözümlenebileceğini düşünmek de gerçekçi değildir. Nitekim Ermenistan, Karabağ ve diğer bazı Azerbaycan topraklarını on iki yıldır işgal etmesine rağmen ne Karabağ’ın bağımsız bir devlet olduğunu ne de Azerbaycan topraklarından bir kısmının Karabağ’ın savunması için gerekli olduğu görüşlerini kimseye kabul ettirebilmiş değildir.” (Lütem 2007)
Savaş elbette son çaredir. Fakat Ermenistan’da ve Ermeni diasporasında, bütün hayat felsefesini ve dünya görüşünü Türk düşmanlığı paradigması üzerine inşa etmiş olan fanatik milliyetçiler, savaşı tek çare haline getirmektedirler. Literatür Karabağ’daki ve Ermenistan’daki bazı liderlerin bu istikametteki beyanlarıyla doludur. Koçaryan dışında 1988’den beri yönetime gelen Ermenistan Başkanları çözümün işgal edilen toprakları boşaltmaktan geçtiğini anlamakta fakat mahalle baskısından dolayı ya istifa etmekte veya oyalama politikası gütmektedir. Rusya da bölgedeki inisiyatifini sürdürebilmek için bu oyalama taktiğine destek vermektedir. Aksi halde Madrid prensiplerini Ermeniler de kabul etmek durumundaydı. Anlaşılan o ki, biz eş başkanların Ermenistan’a çözüm için baskı yapacağını beklerken, Ermenistan Rusya’yı da arkasında hissederek, çözümsüzlük için troykaya baskı yapmaktadır.
Rusya bölgede elini güçlendirdi. 2008 Gürcistan savaşından sonra Amerika’nın Kafkasya’da etkinliği azalıyor. Kafkasya’da, ABD bölgeyi Rusya’nın inisiyatifine terk etmiş gibi bir görüntü vardır. Amerika politikaları açısından bu doğru mudur?
11 Eylül 2001 tarihinden beri süren İslamcı tedhiş hareketleri, batıyı Sünni İslâm’ı tehdit olarak gören bir noktaya getirmiş, Suriye’deki IŞİD faaliyetleri İran’la bile yakınlaşmalarına yol açmıştır. Bu şüphesiz yanlış bir algıdır. İslam tarihinde bu tedhiş hareketleri her zaman olmuştur ama bunlar Sünni Müslüman akaidinden beslenen hareketler değildir. Dolayısıyla bu algıya dayanan politikalar geçici uygulamalardan öteye gitmeyecektir. Bölgede Rusya’nın 1990 öncesi gücüne erişmesine razı olmak, Dünyada olup bitenleri biraz takip eden sıradan bir Amerikalı için mümkün değildir.
Azerbaycan’ın petrol ve doğal gaz üstünlüğü nereye kadar? BTC’nin daha güçlü hatlarla takviye edilmesi, batının işine gelir Rusya’nın işine gelmez. Bu hatlardan bazılarının Ermenistan’dan geçmesi, batının ve Ermenistan’ın işine gelir, Rusya’nın işine gelmez. Tabii böyle bir gelişme, Karabağ sorununda çözüm gerektirir. Çözüm için Ermenilerin Türk düşmanlığını bir kenara koymaları gerekir. Bu da Rusya ve İran’ın işine gelmez.
Sonuç olarak Ermenistan, çözümsüzlüğü, fiili durumun devamı açısından en iyi yol olarak görmektedir. Ermenistan’ın bu yaklaşımdan vazgeçmesi için caydırıcı bir takım yaptırımlar uygulanmalıdır. Minsk Grubu eş başkanları böyle bir yaptırım paketi hazırlamaktan çok uzaktır. Geçen 23 yıl 7 ay içerisinde troykanın çözüm bulacağına inancımız kalmamıştır. Bu durumun AGİT zirvelerinde artık gündeme getirilmesi ve Minsk grubu daimi üyesi olan ülkeler nezdinde troykayı baskı altına alacak veya değiştirecek arayışlara girişilmesi gerekmektedir.
Savaş şüphesiz en son başvurulacak çözüm yoludur. Savaştan önce denenmesi gerekenlerin hepsi denenmeden savaşa girmek akılcı bir yol değildir. Azerbaycan ve Türkiye bu ihtiyatla ama birlikte hareket etmelidir. Başka çare kalmadığında ne Amerika’ya ve ne AB’ne, ne de başka güçlere güvenmeden kendi gücümüzle Rusya destekli Ermenistan’dan işgal ettiği toprakları alabilecek fiziki ve moral üstünlüğümüz vardır. Bu moral üstünlük öyle Rus yardımıyla, S400 füzeleriyle filan dengelenemez.
KAYNAKLAR
[1] Büyük oyun (İngilizce Great Game, Rusça Турниры теней (Turniri Teney): Gölgeler Turnuvası), 18. Asır ortalarından beri büyük devletleri arasında Yakındoğu’da hâkim olma mücadelelerine verilen isim. Önce Rusya ile İngiltere daha sonra İngiltere ile Almanya arasında cereyan eden mücadele.
[2] Ozamanki adı AGİK (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı). İngilizce kısaltma CSCE (Conference on Security and Co-operationin Europe). 3 Haziran 1995’te Viyana’da Konferans yerine Teşkilat (Organization) denilmesi kararı benimsendi ve kısaltma AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı) oldu. İngilizce kısaltma OSCE (Organizationon Security and Co-operationin Europe). AGİT 1972’de genelde doğu ile batı, özelde Sovyetler ile ABD arasında sürekli müzakereler yapma maksadıyla “Konferans” adı altında çalışmaya başladı, 1990’da kurumlaştı (http://www.osce.org/secretariat/52527).
8 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi