1916 TÜRKİSTAN KATLİAMININ 100. YILI VE ETKİLERİ: BİR KURULTAY DEĞERLENDİRMESİ
GİRİŞ
17-18 Nisan 2016 tarihinde İstanbul Bağcılar Belediyesinin Gençlik Merkezinde düzenlenen bir Kurultaya katıldım. Kurultay, Uluslararası Türkistanlılar Dayanışma Derneğinin düzenlediği İkinci Uluslararası Türkistan Kurultayı idi. Başlığı “1916 Kıyamı ve Büyük Türkistan Katliamının 100. Yıl Dönümü” olan bu önemli faaliyeti, Uluslararası Türkistanlılar Dayanışma Derneği, Kastamonu Üniversitesi ve İstanbul Bağcılar Belediyesi ile birlikte düzenlemişti.
Ben daha önce yapılan birinci Kurultaya da katılmıştım. Bu ikinci kurultay, birincisinden daha iyi hazırlanmış ve duyurulmuştu. Konu özenle ve isabetle seçilmişti. Gerçekten 1916 Direnişi ve ardından gelen büyük katliam dünya kamuoyunda yeterince bilinmiyordu. Konuyu belirleyen ve Kurultayı tertipleyenleri, başta Uluslararası Türkistanlılar Dayanışma Derneği yöneticileri olmak üzere, Kastamonu Üniversitesini ve Bağcılar Belediyesini tebrik ediyorum.
İki gün boyunca dörderden sekiz oturum yapıldı. Bu oturumlarda sunulan tebliğlerde son derece yararlı bilgiler verildi. Kurultay tebliğlerinin bir kitap olarak yayınlanacak olması sevindirici bir haber olmuştur. Ben bu yazıyı, dinlediğim bu tebliğlerden edindiğim bilgileri özetleyerek Türkistan’daki 1916 olayları hakkında bir değerlendirme yapma niyetiyle kaleme almaya başlamıştım. Fakat kurultayın sonuç bildirisi benim niyetimi önemli ölçüde karşılıyor. Onun için en iyisi önce kurultayın sonuç bildirisini aktarmak, sonra da benim ilave değerlendirmelerimi eklemek olacak:
* * *
2. TÜRKİSTAN KURULTAYI SONUÇ BEYANNAMESİ
1- Ondokuzuncu yüzyılın başından itibaren başlayan Rus işgaline karşı Türkistan halkı esarete boyun eğmediğini her fırsatta ortaya koymuştur. Bu direnişlerin en büyük ve en yaygını 1916 yılında meydana gelen Kozgalış'tır. Bu kıyamların tamamının hâkim vasfı İslami karakterde oluşudur. Rus Çarının askere alma kararnamesine karşı ayaklanan Türkistan halkları hayatlarını feda ederek bu uygulamaya karşı koymuştur.
2- Rus Çarlığının 1916 Kozgalışını, bir buçuk milyon insanı katlederek bastırması Türkistanlıların maruz kalmış olduğu zulümlerin en büyüklerinden birisidir. Dünya ve İslam kamuoyunun bu kadar büyük bir katliamdan habersiz oluşu üzüntü vericidir. Kurultay katılımcıları 1916 Büyük Türkistan Katliamının daha iyi anlatılıp duyurulması, bunun için daha fazla çalışmak gerektiği hususunda görüş birliğine varmıştır.
3- Kurultaya iştirak edenler, 1916 vak’ası ve Türkistan meselelerinin doğru kavramlarla ifade edilmesi gerekliliği üzerinde hemfikirdirler. Türkistan direniş hareketlerinin 'isyan' olarak değil Kıyam, Direniş, Kozgalış kavramlarıyla zikredilmesi daha doğru olacaktır. Aynı şekilde bölgenin ismi, tarih boyunca ilim adamları tarafından Türkistan olarak kullanılmıştır. Türkistan ismini ortadan kaldırma gayretlerinin “bölme ve parçalama” maksatlı olduğu açıktır.
4 - Türkistan’da yaşayan ama bugün farklı devletlerin vatandaşı olan halkların, bugün için siyasi bir birlik teşkili mümkün olmasa bile kültür, inanç, gaye, mensubiyet açısından birbirine yaklaştırılması gerekir. Farklı lehçe, dil ve kültürleri meşru kabul ediyor, ama bunların birbirine hasım hatta düşman olmasını reddediyoruz. Fikir ayrılıklarının, çatışma sebebi değil zenginlik olarak değerlendirilmesini diliyoruz. Özbek, Uygur, Kazak, Kırgız, Tacik, Türkmen, hatta Tatar, Azeri, Çinli ve Rus Müslümanları da Türkistan kavramı etrafında bir ve kardeş olarak görüyoruz.
5- İkinci Türkistan Kurultayı vatanımızın istikbali ve her alanda gelişmesi için Müslümanların umumi değerleri yanında pozitif hürriyetler, gerçek adalet, kalıcı sulh ile beraber bu değerlerin uygulanması için müspet manada insan hakları, sivil cemiyet (toplum) ilkeleri ve gerçek birlik ve beraberliğin esası olan Müslümanların kardeşliğinin vatanımızda uygulanmasını istemektedir.
Bundan sonra tertip edilecek Türkistan Kurultayı’nın ana teması olarak; Sovyet Rusya’nın (Stalin’in) 1938 yılında Türkistan’da yaptığı aydın katliamları veya “Ziyalılar Katliamı ve Türkistan Meselesi” başlığı belirlenmiştir.
* * *
27 Mart 1991 tarihinde yapılan referandumda Sovyetler Birliği anlaşmasının devamı yönünde oy kullanan Sovyet vatandaşları adına ilgili cumhuriyetlerin başkanları 20 Ağustosta Birlik anlaşmasını imzalamak üzere Moskova’ya geldiler. Ancak KGB ve kızıl ordunun önemli yöneticilerinin 19 Ağustosta Gorbaçov’u Genel Sekreterlikten indirmek için darbe girişimiyle karşılaştılar. Girişim başarısızlıkla sonuçlandı ama liderler birlik anlaşmasını yenilemeden ülkelerine döndüler.
Tarihin bir sayfası kapanmış oluyordu. Ancak Sovyetler Birliğinin dağılma sürecinde ülkelerin, özellikle de halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan 6 cumhuriyetin bağımsızlıklarını öyle kolay elde etmediğini bilmemiz gerekir. 27 Mart 1991’de referandumda birliğin devamı yönünde %90’ların çok üzerinde oy kullanılan bu ülkeler nasıl oluyor da 5 ay sonra bağımsızlık ilan ediyorlardı? Bu, bazılarının lanse etmeye çalıştığı gibi, göstermelik, kendiliğinden gelmiş kolay bir bağımsızlık mıydı sahiden?
Buna cevap vermek için bazı olayları bilmek gerekir. Bir defa bu kurultayda sunulan tebliğlerden edindiğimiz bilgilere göre bugünkü bağımsızlık, yüzyıl önce İsmail Gaspıralı, Münevver Kari, Mehmet Emin Resulzade, Münevver Kari, Hoca Behbudi, Zeki Velidi, Feyzullah Hocayev, Osman Hoca, İbrahim Reşit, Mağcan Cumabay, Süleymen Çolpan, Musa Carullah, Sultan Galiyev, Mustafa Çokay ve Turar Ruskılov gibi isimlerle örnekleyebileceğimiz Ceditçi hareketin gayretleriyle gelmiştir. Ve 1916’da verilen canların, dökülen kanların bedeli olarak elde edilmiştir. Ve Sırım Han, Kene Sarı, Cüneyd Han, Mehmet Emin Bey, Şirmet beg, Dükçü Eşan, Kiçkine Ergeş ve daha nice korbaşıların marifetiyle yürütülen bir mücadelenin devamı olarak ortaya çıkmıştır. O direnişlerin devamı niteliğinde, 1932’lerde, 1950’lerde ve 1980’den sonra cereyan eden bazı olaylar da hatırlanmalıdır. Bağımsızlık kendiliğinden gelmedi. 1932’de başlayıp Stalin’in ölümüne kadar 20 yıldan fazla devam eden baskı dönemini ayrıca ele almak üzere işte sürecin çok kısa bir görüntüsü:
Çarlık Rusya zamanından başlayan kolonileştirme politikası Türkistan’da kardeşlerimizin makûs talihi olarak tarihe geçmiştir. Rusları Türkistan topraklarına yerleştirmek için geliştirilen bu politikalar, insan hayatını, yerleşik kültürün alışkanlıklarını hiçe sayarak uygulanmış, bundan da hem insanlar, hem diğer canlılar, hem toprak, hem su zarar görmüştür. 1890’lı yıllardan günümüze kadar meselâ Kazakistan topraklarında birkaç defa otlak çayır mera arazileri tarıma açılmış, milyonlarca insan kırgına uğramıştır. Kazakistan nüfusu bugün 15 milyon kadardır, bunun 10 milyon kadarı Kazak ve diğer Müslüman Türk topluluklardır. Bunun anlamı 1890’dan bugüne kadar Kazak nüfusta hiç artış olmamış demektir. O yıllardan bugüne Türkiye’de nüfusun 13 milyondan 80 milyona geldiğini dikkate alıp bu farkın sebepleri üzerinden durmak gerekir. Bunların başında çayır mera arazilerinin tarıma açılarak Kazakistan’ın buğday ambarı ilan edilmesi olmuştur. Hayvanlar kırılmış, insanlar kırılmıştır. Rusya’nın çevreye verdiği ilk zarar bu uygulama olmuştur.
1986 yılının 16 Aralık günü Kazakistan’ın o zamanki başkenti Almatı’da öğrenciler ve aydınlar, Kazakistan Komünist Partisi Birinci Sekreteri Dinmuhammed Kunayev’in yerine Moskova’dan bir Rus olan Kolbin’in gönderilmesini protesto ederek sokağa dökülmüşler, güvenlik güçleri de gösterileri sert bir şekilde bastırmıştı. Olaylar esnasında kaç gencin hayatını yitirdiği bugün dahi net olarak bilinmiyor. 1957’de Macaristan’da, 1968’de Çekoslovakya’da, 1980’li yıllarda Polonya ve diğer Varşova Paktı ülkelerde görülen ayaklanmalar Sovyetler bünyesinde ilk defa oluyordu. Kazakistan bağımsızlığını 25 Ekim 1991’de ilan etti ama daha sonra Kazakistan Parlamentosu tarafından bu 16 Aralık günü, Kazakistan’ın bağımsızlık günü olarak kabul edildi.
Öte yandan yine Kazakistan’da Semipalatinski vilayetinde yapılan yeraltı nükleer denemeleri dolayısıyla, Sovyetlerde tanınmış bir şair ve yazar olan Olcas Süleyman etrafında toplanan aydınlar “Nevada Semey Anti Nükleer Halk Hareketi” adı altında bir dayanışma grubu oluşturmuşlardı.
Özbekistan’da da, özellikle pamuk mono kültüründen ve Aral Gölünde suyun azalmasından kaynaklanan ekolojik faciaya karşı bilinçli bir aydın hareketi oluşuyor, bütün bunların müsebbibi olarak görülen rejime karşı muhalefet her geçen gün büyüyordu. Meselâ 1992 yılında gittiğim Taşkent’te aralarında dostum Doç. Dr. Batur Narbayev’in de bulunduğu aydınları açlık grevi yaparken ziyaret etmiştim. Bu açlık grevinin iki sebebi vardı. Birincisi Taşkent’te rejim aleyhtarı gösterilere katılan gençlere uygulanan sürgünler ve baskılar, ikincisi basın özgürlüğünün olmaması, bu gençlere ve aydınlara yapılan baskıların haberlerini yayınlamak isteyenlere de baskı yapılmasıydı.
Nihayet 1990’ın hemen başında Azerbaycan’ın başkenti Bakû’da, Ermenilerin Rusya desteğinde Karabağ’daki haksız tasarruflarına karşı halk miting düzenledi. On binlerce insanın toplandığı azatlık meydanında 19 Ocağı 20 Ocağa bağlayan gece tankların altında kalan yüzlerce insan hayatını kaybetti.
Görülüyor ki, bağımsızlık kendiliğinden gelmedi. Sovyetler Birliğindeki kardeşlerimiz aslında Rus işgalinden beri, yani yüz yıldan fazla zamandır süren istiklâl mücadelelerinin sonunda bağımsızlığı elde ettiler.
16. asırdan beri Ruslarla durumumuz bileşik kapların durumu gibidir. Biz yüksekteyken onlar geridedir. Onlar ilerlerken biz gerilemekte olmuşuz. 1990’lardan beri Rus gerilemesi su yüzüne çıkmıştır. Putin, Osmanlı gerileyişinin başlamasından sonra çıkan Köprülüler gibi bir ara dönemdir. Onların gerilemesi ve bizim yükselişimiz inşallah devam edecektir.
10 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi