TÜRK DÜNYASI NİÇİN?

Yesevi baba hikmetler besmelesini bir dörtlükle söyler:

-          Bismillah dep beyan eyley hikmet aytıp

-          Taliplerge dürr ü gevher saçtım mena

-          Riyazetni kattığ tartıp kanlar yutup

-          Men defter-i sâni sözün açtım mena

 

Yesevi babaya mutabakatla ben de besmeleyi bir dörtlükle söyleyip başlayayım:

-          Bismillah deyip girdim Yesevi baba yoluna

-          Ben bu sayfayı yararlı olmak için açtım işte

-          Özümle yüzleşip pişman oldum böyle biline

-          Pir-i Türk hikmetini yudum yudum içsem keşke

 

           

Türk Dünyası kitabımın birinci baskısı yayınlandıktan 6 yıl sonra, 2011 yılından itibaren Türk Ocaklarında “Türk Dünyası Dersleri” vermeye başladım. Bu derslerin içeriğini hazırlarken, üniversitede iki yarıyıl okutulan 3 kredilik, yani 28 haftalık bir lisans dersi veriyormuş gibi hazırlık yaptım. Bu ders programını hazırlarken dil, tarih ve edebiyat bilgilerinden daha fazlasına ihtiyaç duydum. Dolayısıyla “Türk Dünyası” kavramı, Türk Dilinin, Türk Tarihinin, kısaca Türkiye’de “Türkiyat” veya “Türkoloji” denilince akla gelen bilim dallarının olduğu kadar, Sosyolojinin, İlahiyatın, Tıp, Ziraat, Coğrafya ve Ekolojinin, Ekonominin, Uluslararası İlişkilerin, Kamu Yönetimi ve Siyaset Biliminin de ilgi alanına giriyordu.

Yani “Türk Dünyası” alanı, bir bilim dalı olarak, sadece iki alanın değil, çok daha fazla alanın kesiştiği bir “disiplinler arası alan” olmalıdır. Elbette Tarih ve Dil bu kesişimin ana elemanlarıdır. Dolayısıyla bu anlayışla hareket ettim ve bir bilim dalı olarak “Türk Dünyası” kavramını, merkezinde dil, tarih ve edebiyatın olduğu çok daha geniş bir alan olarak ele aldım; ders programını ona göre hazırladım. Burada okuyacağınız metinler işte bu dersin notlarından oluşuyor. Şüphesiz burada ele alınan konuların her birisi, uzmanlarının müstakil bir kitap olarak yazabileceği konulardır.

Burada muradımız, Türk Dünyasını her cepheden ele alarak, okuyucunun kavramı zaman ve mekân boyutunda tanıması, kuşbakışı algılamasıdır. Konuyu bu anlayışla daha önce ele alan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, dört ciltlik “Türk Dünyası El Kitabı” hazırlayarak çok ciddi bir kaynak oluşturmuştur. O kaynakta tarih, coğrafya, kültür, sanat ve edebiyat ile ilgili birçok bilgiye ulaşmak mümkündür. Bu notlar yazılırken, ilgili konularda “Türk Dünyası El Kitabı” kaynak olarak değerlendirilmiş, ancak diğer alanlar ve sonraki gelişmeler de kapsam içine alınmıştır.

Başlıca arzumuz burada okunacak bilgilerin yararlı olmasıdır. Bu yarar, şu hususlarda daha fazla olacaktır kanaatindeyim:

 

TÜRK DÜNYASININ BİRLİĞİ BİZİM VE TÜM İNSANLIĞIN GELECEĞİ İÇİN GEREKLİDİR

Atalarımız bize ortak bir tarih bıraktı. Kazak, Kırgız, Özbek, Uygur, Türkmen, Azerbaycanlı, Türkiyeli, Tatar, Saka, Teleut, Şor, Hakas, Altay, Başkurt, Çuvaş, Karaçay, Malkar, Kumuk, Nogay ve daha niceleri, tarihi köklerine yöneldikleri zaman aynı noktada buluşuyorlar. Dede Korkut, Korkut Ata aynı ata değil mi? Orhun abidelerini, onun Hanı Bilge Kağan’ı hepimiz kendi tarihimizde buluyoruz. Ali Şir Nevai ve hocası Nizami, Babür Şah, Hoca Ahmet Yesevi, Yusuf Has Hacib, Kaşgarlı Mahmut, hepimizin sahip çıktığı müellifler, şairler. Kutadgubilig, Divan-ı Lügat’it Türk hepimizin ortak eserimiz. Şecere-i Türki’yi yazan Ebulgazi Bahadır Han’ı hangimiz kendi şeceremizin kâşifi hissetmez? Altın elbiseli adam hangimizin göğsünü kabartmadı? Oğuz Kağan’ı, Kıpçak Han’ı hangimiz atamız bilmedik?

Bu ortaklıklar bizi ortak bir tarihte buluşturduğu gibi ortak bir geleceği kurgulamaya da götürmektedir. Bu ortak tarihten ve ortak gelecek kurgusundan bizi, babalarımızı asırlarca uzak tutmaya çalıştılar. Şimdi de önümüze çıkan fırsatı değerlendirmemize izin vermek istemeyen düşmanlar ve onların hizmetinde mankurtlar var. Olsun, biz Nayman anayız. Hangi ana oğlunu sevmekten vazgeçer? Kendini oklayıp öldürse bile! Ana oğuldan vazgeçmez.

Gençlerin sahip olmaları gereken bazı özellikler vardır. Bu özelliklerin neler olduğu konusunda herkes farklı tercihlere ve sıralamalara sahiptir. Ben “Türk gençlerinin sahip olması gereken özellikler” derken, kendini büyük Türk ağacının dalları, büyük Turan elinin mensubu sayanlara sesleniyorum. Böyle oldukları halde bunu bilmeyen yiğitlerimize, kızlarımıza sesleniyorum. Bilenler bilmeyenlere sabırla, bıkmadan usanmadan anlatsınlar:

Bu büyük ağacın dalları olduğumuzu bilerek yaşamanın bize faydası açık değil mi: gelecekte var olmamız güç olmaktan, güç olmamız da birlik olmamızdan geçer. Ne kadar küçük parçalara ayrılırsak, yutulmamız ve yönetilmemiz o kadar kolay olur, ne kadar büyük olursak dünyada var olmamız, varlığı geleceğe taşımamız o kadar mümkün olur.

İnsanlığa Faydası: Güçlü bir Türk Dünyası birlikteliği dünyada söz sahibi olmamızı sağlar. Bizim söz sahibi olmamız ise nimetlerle külfetlerin küresel paylaşımındaki dengesizliği sorgulanır hale getirir. Bugün Irak ve Suriye’de Daeş, Afrika’da Boko Haram, Afganistan’da Taliban, Lübnan ve Filistin’de Hizbullah ve Suriye’deki Şii türevleri gibi İslâm adına vahşi ve cahil terör örgütleri başta Müslümanlar bütün insanlığa zarar veriyor. Bu muzır örgütlerle mücadele etmek gerekir. Fakat asıl olan bu muzır sivrisineklerin ürediği bataklığı kurutmaktır. O bataklık ta bu nimetlerle külfetlerin paylaşımındaki dengesizliktir. İşte bu bataklığı kurutup, Küresel Adaleti tesis edecek güç biziz. Bizim kültür genlerimizde kendisi dışındakilerin refahını gözetmek var. Başka kültürlerde bu ne yazık ki yok; tarih bizim şahidimiz. Onun için biz bir olup, güç olmalıyız.

*                   *                   *

 

 

TÜRKİYE’DE TÜRK DÜNYASI ALGILAMALARI

Türk Dünyası, 20.asrın son 10 yılında, Türkiye’de, ilgi duyulan ve heyecan veren bir kavram oldu. Bir zamanlar Türkiye’de birçok aydın nazarında “ırkçı, Turancı” uydurmacası kabul edilen Türk Dünyası gerçeği ile karşı karşıya gelindi. Bir tarafta, bu gerçeğe daha düne kadar safsata diyenler, diğer tarafta Türk Dünyası gerçeği ile karşılaşmaktan heyecan duyan ve sevinenler vardı.

Türkiye’de Türk Dünyası gerçeğine ilgisiz kalan, soğuk bakan, hatta hasmane bir tutum içinde olan birkaç zihni kesim vardı. Türkiye’nin batılılaşma sürecine girdiği 19.asır başlarından itibaren kendisini hep hissettiren yabancılaşma olgusu etkisini, bu “Turan” meselesinde de ve günümüze kadar devam ettirmiştir.

Yalnız “Turan” konusunda yabancılaşma, sadece batılılaşma taraftarlarında değildir. İslâm adına yola çıkan aydınlarımızın bir kısmı da Türk Dünyası olgusuna soğuk hatta hasmane durmuşlardır. Nihayet fikri tasnifte “milliyetçi-muhafazakâr” kesimde yer alan “Anadolucular” arasında da aynı menfi tutuma rastlamak mümkündür.

Batıcılar ve büyük ölçüde onların içinde olan solcular, Türk Dünyası olgusundan, en hafif tâbiriyle, heyecan duymadılar. Bunların bir kısmı, Türkiye’de yaşayan 70 milyon insana, “Türk`ten başka bir geçmiş, İslâm’dan başka bir din” arayışı içinde olanlardır. Anadolu’nun Türk İslâm’dan önceki dokusunu, çok fazla önemseyenler, Türklerin Anadolu’ya geldikten sonra bu eski doku içinde çok küçük bir oranda kaldıklarını, asıl dominant unsurun eskiden kalanlar olduğunu iddia ettiler. Bunlara göre Türkiye’nin kültür dokusu, antik “Helen Medeniyetinin” bakiyesi olarak görülmeliydi.

Anadolucular” diyebileceğimiz milliyetçi muhafazakâr kesim de meseleyi, bu batıcılarla İslâmcı düşüncenin kesişimi sayılacak bir bağlamda ele alıyorlardı. “1071’den sonra Anadolu’da yeni bir millet ortaya çıktı, Hazar Denizinin öte yakası ile ilişkimiz koptu” iddiasıyla da Kemalistlerin, Atatürk’ün “Türklerin tarih öncesi devirlerden sürüp gelen bir millet olduğu” görüşüne tamamen aykırı olarak “Cumhuriyetle, Türkiye’de yeni ve özgün bir modern topluluk teşekkül etmekte olduğu” görüşüne mesnet oluşturuyorlardı. Bunların bir kısmının Turancılık fikrine Osmanlıcılık adına karşı olduklarını müşahede etmiştim. Bunların insaf ehli, Türkiye Yazarlar Birliği gibi, Sovyetler dağılınca herkesten önce ve herkesten fazla heyecanla kardeşleriyle buluşmaya koştular.

Solcular, meseleye, az bir istisna dışında, Moskova’nın veya Pekin’in istediği gibi baktılar. Özbekistanlı bir yazar, Şükrullah Eke, 1990’da Taşkent’te tanıştığım zaman, 70-75 yaşlarında idi. Bana Aziz Nesin’i tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben de tanışmadığımı ama elbette tanıdığımı söyleyince, selâmını ve yazdığı bir şiiri götürmemi istedi. Ben bunu yapmayacağımı, çünkü buralara bunca yıldır gelip giden ve Özbek, Kazak, Azeri gibi Türk unsurların aydınları ile tanış olan bu insanın, bir tek kere “yahu Sovyetler Birliğinde bizim gibi konuşan, Nasrettin Hoca, Dede Korkut, Köroğlu gibi müşterek örnekleri çok olan, geleneksel edebiyat ve müzikleri bize benzeyen, bizimle aynı soydan gelen insanlar var” demediğini söyledim. O da bunun üzerine “yazdığım şiir de bunun için zaten” dedi ve şiirini okudu; mealen “Dostum asırların çınarı ile birkaç günlük ömrü olan bir çiçek hiç mukayese edilir mi? Bizim dostluğumuzla, Moskova’nın dostluğu hiç aynı olur mu?” diyordu. Ben de şiiri, Aziz Nesin’e veremedim ama, Türk Yurdu dergisinin 1990 yılındaki sayılarından birinde müstear isimle yazdığım bir yazının içinde neşrettim.

Türkiye’de İslâmcı düşüncenin “Turancılık” fikrine yaklaşımı, “Turancıların, İslâmiyet öncesi şaman Türk kültürüne dönüş özlemi taşıdıkları” varsayımı üzerinedir. Tabiatı ile, İslâm’a karşı olan bu Turancılığın benimsenmesi mümkün değildir. Oysa bu hipotez tamamen yanlıştı.

Çünkü Anadolu ile Türkistan arasında kurulan köprü, Türkleri Anadolu’ya taşıyan köprü, İslâm aşkı idi. Türkler Anadolu’ya geldikten sonra değil, Anadolu’ya gelmeden çok önce Müslüman olmuşlardı ve Anadolu’ya da şüphesiz iktisadi ve siyasi başka sebepler yanında, Müslüman oldukları için geldiler. Türkistan’da birçok din büyüğü, Anadolu’ya göçten çok önceleri yetişti ve eserlerini verdi. Bunlar arasında, İmam İsmail Buhari, İmam Maturidi, İmam Tirmizi ilk akla gelenlerdir. İmamı Azam eserlerini Bağdat’ta vermiş olmakla birlikte, dört- beş asır sonraki dönemin büyüğü Hz.Mevlâna gibi, aslen Güney Türkistanlıdır. Hoca Ahmet Yesevi, Yusuf Hemedani, Şeyh Abdülhalık Gücdüvani ve Nakşibendi gibi tasavvuf büyükleri de yine, Anadolu’ya göçten önce veya hemen sonra Türkistan’da yetiştiler ve âdeta Anadolu’nun manevi fethini hazırladılar.

Göçten sonra da Türkistan’ın Anadolu’ya bu manevi ve ilmî katkısı devam etti. Hz. Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli, Seyit Emir Külâl’in oğlu Emir Sultan, Ali Kuşçu gibi tasavvuf ve ilim erbabı Anadolu’ya Türkistan’dan gelip yerleşen isimlerdir.

Türk Dünyası olgusuna hasmane tutum gösteren bu fikrî kesimlerin hepsinde, 1990’dan sonra, gerçekle karşılaşınca, duygu ve dolayısı ile tutum değişikliği gösteren kişiler oldu. Sanki ortak bazı “kültür genleri”, binlerce yılın hasretiyle harekete geçmiş ve husumeti muhabbete, ilgisizliği öğrenme merakına çevirmişti.

*                   *                   *

 

SOVYETLERİN DAĞILMASINA HAZIRLIKSIZ YAKALANDIK AMA ELDE EDİLEN BAĞIMSIZLIKLAR HAK EDİLMİŞ BAĞIMSIZLIKLARDIR

Dün “safsata” diyenler, bu defa da “Türkiye hazırlıksız yakalandı” diyerek kendi hatalarını unutan bir tavır içinde suçlayacak birilerini arıyorlardı. Gerçi içlerinde, “yahu biz yanılmışız, siz doğru söylüyormuşsunuz, Sovyetlerde gerçekten de Türkler yaşıyormuş” diyerek hayret ve mahcubiyet yansıtan itiraflarda bulunanlar da vardı.

Aslında dünyadaki genel kanaat, sadece Türkiye’nin değil, Sovyetler Birliğinin dağılması ile ortaya çıkan kardeş cumhuriyetlerin de hazırlıksız yakalandığı şeklinde idi. Bu genel kanaate göre, kardeşlerimiz beklemedikleri bir dönemde beklemedikleri bir bağımsızlığa sahip olmuşlardır. Akıl mantık süzgecinden geçirirseniz, bilimsel verilerle değerlendirirseniz bu kanaatler pek de haksız değildir, yani “hazırlıksız” ifadesine itiraz pek mümkün değildir. Ama bunu, “hak etmedikleri” diye yorumlayanlar da var ki, bunu kabul etmemiz asla mümkün değildir. Nitekim, hadiseye tarihî perspektiften bakabilen rahmetli üstadımız Dr. Baymirza Hayit gibi insanlar, “beklemedikleri bir bağımsızlığa” ifadesini, “hak etmedikleri bir bağımsızlığa” şeklinde anlayanlara karşı çok haklı tarizlerde bulunuyorlar.

Bir defa, böyle bir bağımsızlık için mücadele edilmemiş değildir. Türkiye’nin istiklâl harbinde toprağa verdiği ilim ve irfan erbabı, Türkistan cumhuriyetlerinde ve Azerbaycan’da 1917 öncesinde ve sonrasında istiklal için verilen mücadeleleri Türk’ün içtimai hâfızasından silmek mümkün olmayacaktır.

Hemen 1992 öncesinde, Gorbaçov’u “Perestroyka ve Glastnost” arayışlarına götüren olayları, hiç durmayan bağımsızlık mücadelesinin günümüzde devamı olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Sovyetlerin Afganistan’a girişinin ilk yıllarında, götürdükleri Müslüman askerlerin Afganistan’da mücahitler tarafına geçmesi  ve bunun üzerine bu askerlerin geri çekilmesi, 1986’da Moskova’dan Kazakistan Komünist Parti Birinci Sekreterliğine, Sovyet Anayasasına rağmen Kazak olmayan birinin atanması üzerine Almatı’da cereyan eden, yüzlerce gencin ölümü ile sonuçlanan ve tarihe Kazakça Aralık ayı demek olan “Jeltoksan” ismiyle geçen olaylar, yine Kazakistan’da Olcas Süleyman’ın “Nevada-Semey Anti Nükleer Halk Hareketi”, Özbekistan’da Birlik Hareketi adı altında örgütlenen muhalif aydınlar hareketi ve nihayet Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de on binlerin protesto gösterilerini, 19- 20 Ocak 1990’da yine yüzlerce aydını ezerek bastıran Rus tankları... Bütün bunlar, Rusların Doğu Avrupa ülkelerinde rejime başkaldırının, Sovyetlerin “yumuşak karnı” olarak ifade edilen güney cumhuriyetlerine de sıçradığı şeklinde bir korkuya kapılmalarına yetti. Haksız da değildiler, Azerbaycan’da Bahtiyar Vahapzade, Halil Rıza, Memmet İsmail, Kırgızistan’da Cengiz Aytmatov, Kazakistan’da Olcas Süleyman, Özbekistan’da ve Türkmenistan’da Erkin Vahidov, Muhammed Salih, Mehmet Ali Mahmutov (Avril Turan) gibi, isimlerinin yüksek lisans tezlerine konu olması gereken yazarlar ve şairler, halkı egemenlik konusunda heyecanlandırıyor ve düşüncelerini milyonlarla paylaşıyorlardı.

Bunların tarihçilerimiz ve siyaset bilimcilerimiz tarafından incelenmesi ve “tarihe not” olarak bırakılması gerekir.

Olabilir, bütün bu olanlara rağmen, “beklemediğimiz” bir fırsattır, ama atalarımızın döktüğü kanları, verdiği bu mücadeleleri düşünürseniz bu durum Allah’ın onların yüzü suyu hürmetine bize lütfettiği bir durumdur. Bu lütf-u ilâhiye lâyık olmak, hazırlıksız hali çabucak telâfi etmek durumundaydık.

Aradan geçen zaman içinde bu hazırlıksız hali ne yazık ki halâ telâfi edebilmiş değiliz. Gerçi bir şeyler yapılmadı değil... Hâfızamızı şöyle bir geriye sararsak, önce rahmetli Özal’ın, sonra Demirel’in anlamlı mesajları ve hepimizin heyecanla söylediği “21. asır Türk asrı olacaktır” sözü, âdeta yeni Kızılelma’mızı ifade ediyordu. 1992’de Sovyetler Birliğinin dağılması ile bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetlerini tanıyan ilk ülke olmamız, Türkiye’nin kardeş cumhuriyetler nezdinde onurunu ve itibarını artırmıştı. Yine 1992’de kardeş cumhuriyetlerden getirilen öğrenciler ve oralarda açılan özel ve resmî okullar ve üniversiteler çok olumlu girişimlerdi. Ancak bütün bunlar, kurumsal bir iradenin gerçekleştirdiği işler değil, vatan millet sevdalısı, devlet adamı şuuruna sahip bazı görevlilerin şahsi teşebbüslerinin neticesi idi.

Nitekim 1995’lere kadar iyi giden ilişkiler o yıllardan itibaren duraklama dönemine girdi. Türkiye’nin kendi başına açtığı gerçek yolsuzluk ve hayali irtica gaileleri, PKK ihanetine eklendi ve Türkiye, tarihin önüne çıkardığı fırsatı bir tarafa bırakmak zorunda kaldı. Kısa zamanda, zaten çok hassas dengeler üzerinde duran ekonomi bozuldu, enflasyon canavarlaştı, Türkiye içine düştüğü borç sarmalında uçan kuşa borcu olan müflis bir ülke konumuna düştü. Şimdi artık “21.asır Türk asrı olacaktır” heyecanı yerini, “21.asırda yok olmaktan nasıl kurtuluruz” endişesine ve arayışına terk etti.

Kıbrıs ve Kuzey Irak’ta gelişmeler, hiç iyi değil. Çin, Doğu Türkistan politikasında bir yumuşama eğiliminde görünmüyor. Hal böyle iken, Türkiye, konuya biraz ilgisi olanları tatmin edecek herhangi bir gerekçe göstermeksizin, Çin’in her türlü isteğine boyun eğme diye ifade edilebilecek tavrı, 10 senedir, sürdürüyor. Geçtiğimiz yıllarda 1995’te İstanbul Eminönü’nde bir parka İsa Yusuf Alptekin isminin verilmesini Çin istemiyor diye durdurma girişiminden başlayıp, 55.hükümet zamanında ay yıldızlı mavi Doğu Türkistan bayrağının gösterilmesini, Doğu Türkistan isminin kullanılmasını ve böyle toplantılara resmî zevatın katılmasını yasaklayan Başbakan Mesut Yılmaz imzalı bir genelgeyle devam eden, nihayet 57.hükümet zamanında Çin Başkanı’na  devlet madalyası verilmesi ile zirveye ulaşan aymazlık, Türkiye’ye ve şüphesiz Doğu Türkistanlı kardeşlerimize çok zarar vermiştir. Nitekim, Çin mallarının piyasayı istilâ etmesi karşısında, şimdi Türk iş adamlarından yükselen kaygı verici şikâyetler, Çin ile iyi ilişkilerin bizden daha çok Çin’in işine yaradığını göstermektedir.

Balkanlarda cereyan eden gelişmelerde de üstlenilmesi gereken rolün gerisinde kalan ülkemiz, bölgede etkin bir ülke olma konumundan oldukça uzaklaşmış bulunmaktadır. AB ile ilişkilerin girdiği müzakere süreci, ne yazık ki, inisiyatifin tamamen AB’de olduğu bir süreç olacaktır. Nitekim bugün Türkiye ile müzakereleri askıya alma noktasına gelmiş bir AB ile karşı karşıya bulunuyoruz. Türkiye, Avrupa Birliği ile imzaladığı Gümrük Birliği anlaşmasını koz olarak değerlendirmelidir.

Allah’tan potansiyelimiz, bu olumsuz durumu telâfi etmeye yeterlidir, yani “hazırlıksız yakalanma” halinden kurtulma şansımız vardır. Bu telâfi mekanizmasına bir nebze de olsa katkıda bulunmak için bu metinleri yazıyor, Türk Dünyası Sohbetleri yapıyorum. Çünkü hazırlık demek her şeyden önce konuyla ilgili yeterli bilgiye sahip olmak demektir. Konunun uzmanları, burada ele alınan konuları çok bildik bulabilirler. Ancak buradaki sıralanış özgün olabilir. Gerçi bu Türk Dünyası metinlerinin hedef kitlesi, uzmanlardan ziyade, daha çok gençler olmak üzere, meraklısı aydınlardır.

*                   *                   *

 

KİTAP YERİNE BU SAYFA

Türk Dünyası ile ilgili kalıcı bir kitap yazmak hele bugün kolay değildir. Çünkü dünya ve bizim konumumuz, birbirimizle ve başkalarıyla ilişkilerimiz çok hızlı değişiyor. Bu değişimlerden etkilenmeyecek ansiklopedik bilgiler de şüphesiz verilmelidir. Bunlar çeşitli yayınlarda vardır. Fakat bir Türk Dünyası kitabından okuyucu, haklı olarak, güncel durumu ve teklifleri beklemektedir. O halde böyle bir ihtiyacı karşılamak üzere bir kitap yazma zorluğu da burada ortaya çıkar: güncel durumu siz araştırıp yazıncaya kadar güncel olan değişmektedir. Nitekim bunu bizzat kendi yazdıklarınızda görüyorsunuz. Masanın başına oturup, eski yazdıklarınıza baktığınızda, bunlardan değişiklik-güncelleme yapmadan neredeyse hiç alıntı yapamayacağınız anlaşılıyor.

O bakımdan yazıp konuştuklarımı bir kitapta derlemek yerine, ilginç olacağı düşüncesiyle böyle bir internet sayfasında güncellenebilir metinler yazmayı daha yararlı buldum. Böyle bir çalışma değişimi göstermesi bakımından da ilginç olacaktır diye düşünüyorum.

Metinler, bu gerekçelerin ışığı altında plânlandı. Önce Türk Dünyasını tanıtan genel bilgiler verildi, sonra problemler, Türkiye ve Türk Dünyası ilişkileri açısından yapılanlar, yapılamayanlar, yapılması gerekenler özetlenmeye çalışıldı ve en sonunda Türkiye’nin ve Türk Dünyasının temel hedeflerinin neler olması gerektiğine dair tekliflerimiz ele alındı.

Burada okuyacağınız metinler, gerek ansiklopedik bilgiler bakımından gerek güncel meseleler bakımından tam değildir. Böyle bir metinler toplamasının yararlı olacağı düşüncesi, eksikleri göze almama sebep oldu. Üstelik bunları her an güncelleyebilme imkânım da olduğuna göre bu pencereyi oluşturdum. Ekonomik ilişkileri ortaya koyacak rakamlar bulabilirdim ama, okuyucuyu rakamlarla sıkmak yerine sözel ifadelerin maksadı ifade etmeye yettiğini düşündüm. İnşallah, sizlerden gelecek beğeni ve tenkitlere göre sayfadaki eksikler, hatalar düzeltilecektir.

Eksikleri yanında metinlerin bence “iyi” bir yönünden de bahsetmeliyim. Bu metinleri hazırlarken, “bütüncü” bir yaklaşımı benimsedim. Çünkü Türk Dünyası ile ilgilenenler arasında oldukça sık rastlanan bir bakış açısı darlığını, kendimde de görme korkusu beni hiç terk etmedi! Bu darlık iki bakımdandır:

Birincisi, ilgili kimi insanların Türk Dünyasına sadece kendi meslekleri bakımından yaklaşmalarıdır; dilci dil bakımından, tarihçi tarih bakımından, ekonomist ekonomi bakımından, siyaset bilimci siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler uzmanı uluslararası ilişkiler bakımından Türk Dünyasını ele almaktadır. Bu ele alış, “sadece” vurgusu olmaksızın yapılabilirse elbette olması gereken bir yaklaşımdır. İkincisi de Türk Dünyasının kimi yörelerine şu veya bu sebeple gidenler, kimi yörelerle şu veya bu sebeple ilgilenenler veya kökü Türk Dünyasının bir yöresinden gelenler, Türk Dünyasının sadece o yöresini görüyorlar ve sadece orası ile ilgileniyorlar. Sanırsınız ki Türk Dünyası o küçücük coğrafyada yaşayan o küçücük Türk topluluğundan ibarettir!

Ben de kendi meslek ve ilgi alanımı, yani tarım ve ekolojiyi diğerlerinden daha fazla önemsememeye dikkat ettim. Ve kendi kökümün geldiği toprakları, güzel Türkistan’ı daha fazla öne çıkarmamaya çalıştım. Mamafih, ikisinin de Türk Dünyasında önceliği olmalıdır, ikisi de çok önemlidir. Hele ekoloji, olması gerekenin çok altında bir ilgi ile ele alınmıştır. Ben de doğrusu, “bütüncü” yaklaşımı korumak için, Türk Dünyasının ekolojik meselelerini arzu ettiğim gibi ele almadım, ayrıntılı bilgileri ayrı bir çalışmaya saklayarak burada konuyu sadece özetleme yoluna gittim.

*                   *                   *

 

TEŞEKKÜR

Bir de teşekkür etmem gerekenler var. 1963’te on dört yaşında idim ve Kahramanmaraş Lisesinin birinci sınıfına başlayacaktım. Rahmetli babam, görevli gittiği Ankara’dan dönüşünde bana üç kitap getirmişti: Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü”, Emil Zola’nın “Terez Raken” ve Gazali’nin “Ey Oğul: Kıyamet ve Ahiret” kitapları. Ben bu üç kitabın neyi temsil ettiğini daha sonra üniversiteye başladığım zaman anladım: Hüseyin zade Ali ve Ziya Gökalp tarafından formüle edilen “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”. Namaz kılmasını bana annem öğretti. Babama ve anneme teşekkür ediyorum.

Bir Türk Dünyası kitabı yazmamı Yücel Hacaloğlu, sürekli telkin etti. Onun telkinleri olmasa idi belki kendim akıl edemezdim. Akıl etsem, üşenebilirdim; üşenmesem cesaret edemeyebilirdim. O kitaptan da burada okuyacağınız metinler ortaya çıktı. Yani Yücel ağabeye teşekkür ediyorum.

Nihayet bu yazıları yazabilecek donanıma sahip olmama vesile olan, beni dedelerimin geldiği toprakların sevdalısı yapan, bir kısmı “Türkistanlı”, ama hepsi “Türklük sevdalısı” akrabalarım, büyüklerim, dostlarım, kardeşlerim ve öğrencilerim var. Bana bir ömür boyu katlanan, onları ihmallerimi, “dava uğruna” ihmaller sayarak hoş gören eşim ve çocuklarım var. Allah onlardan razı olsun.

Site içi arama

Site düzenlemesi Crystal Studio