Türkiye’de bir kırılma yaşanıyor. 15 Temmuz FETÖ darbesini gerekçe göstererek bütün cemaat ve tarikatları aynı kefeye koyanlar çoğalıyor. Yakın geçmişin kendine göre değerlendirmesini yapanlar arasında önemli sayıda bazıları, bu tip yapıların geçmişte iktidarlardan çok yüz bulduklarını, hepsinin kapatılması gerektiğini söylemeye kadar gidiyorlar. Bunlar neyse de dindar insanlar arasında da benzer yaklaşımlar hem hayret, hem de endişe vericidir.
İşin bilimsel tartışması yeni değildir. Tasavvuf ehli ile fakihler arasında, tasavvuf ehlini tekfir etmeye kadar giden fetvalara uzanan bir kavga 15. Asırlarda bile vardır. Hallac-ı Mansur’u öldüren bu acımasız ve anlayışsız yaklaşım, geçmişe doğru toptancı bir bakışla, münferit tahribatlar dışında, bir şekilde toplumsal gerginliklere yol açmamış, zararlı olmamıştır; dindar toplum anlamında “cemaat” kendine göre doğru yolu el yordamıyla, mümin ferasetiyle bulmuştur. Dini bilimsel çalışma konusu yapanlar olduğu sürece bu tartışmalar devam edecektir. Bunlardan endişe duymaya gerek yoktur.
Beni endişelendiren konu, kavram kargaşası ve binlerce yıllık birikime yönelik eleştirilerdir..Önce bu eleştirileri özetleyelim: FETÖ yapılanmasından rahatsız olanlar, tehlikeyi insanların Allah ile kendileri arasına mutasavvıt koymasına bağlıyorlar. “Bunlara ne gerek var? Kur’an-ı Kerim bize yetmez mi? Sonu böyle tek adam totaliterliğine gidiyor işte” diyorlar. Bir insanı mürşit kabul etmeyi putlaştırma olarak algılıyorlar, “insanı putlaştırırsanız olacağı budur” diyorlar. Bu eleştiriler arasında DAEŞ, Boko Haram ve benzeri terörist örgütlerin bu tek adama bağlanmak yanlışlığından, mürşit kurumundan neşet ettiğini düşünenler de var.
Birincisi, tasavvuf grupları ile Nurcu cemaatler arasındaki farkı bilmeyenler ikisini aynı şey zannediyor. İkincisi, Boko Haram ve DAEŞ gibi yapıların kaynağının tasavvufla ve Nurcu cemaat yaklaşımıyla ilgisinin olmamasıdır. Bunların kaynağını tam olarak irdeleme imkanına sahip değilsek de, selefi-harici akımın bu tip yapıların ortaya çıkmasında daha etkili olduğu dikkate alınırsa, tasavvufa ve geleneksel yapıya yönelik eleştirilerin yanılgılarla dolu olduğu ortaya çıkar. Çünkü selefi akım, tasavvufa karşı bir yaklaşımın ürünüdür.
* * *
Tasavvufla ilgili çalışmalar tasavvufun Kur’an-ı Kerim’den kaynaklandığını gösteriyor. Tasavvufu anlayabilmek için, “bâtın” kavramını bilmek gerekir. Tasavvuf, bâtına, ya da akıl ötesine uzanabilmek için takip edilen yollar, verilen uğraşlar bütünüdür. Doğrudur din akla hitap eder, akıl olmazsa din de olmaz. İmam Azam Ebu Hanefi’de gördüğümüz, İmam-ı Maturidi’de olgunlaşmış olan bu kelamcı yaklaşıma itiraz etmek mümkün değildir. Değildir de, bunun arkasına sığınarak aklın kavrayamayacağı, akılla kavranamayacak olgu ve kavramları inkar etmek de mümkün değildir. Yani, aklın kavrayamayacağı nesnelerin varlığını idrak edecek kadar akıllı olmak gerekir.
Tasavvuf, insanın kanatlanıp Allah’a yönelmesidir. Yavru kuşa kanat çırpmasını öğreten anası gibi, talip olana Allaha yönelmeyi öğreten insan mürşittir, şeyhtir. Bunu putlaştırma diye açıklamaya çalışanlar, en hafif tabiriyle haksızlık ediyorlar. “Allah ile arana mutasavvıt koymaya ne gerek var” diyenler de, kusura bakmasınlar ama, kendilerinden Allah’a daha yakın olabilecek birilerini niye kabul edemiyorlar, niye düşünemiyorlar? Kibir midir sebep, cahillik mi? Yoksa 1930’larda Nazım Hikmet’in başlattığı, 1960’larda Necip Fazıl’ın sürdürdüğü bir hesaplaşmayı farkına varmadan din alanına mı taşıyorsunuz?
* * *
Resimli Ay mecmuası 1925’lerde yayınlanmaya başladı. Sabiha ve Zekeriya Sertel’lerin, Sabahattin Ali’lerin, Nazım Hikmet’lerin dergisiydi. Solcu olmayan veya sonradan anti komünist olan Mahmut Yesari, Nizamettin Nazif ve Peyami safa gibi genç yazarlar da başlangıçta dergide yazıyordu. Resimli Ay 1929 Haziran sayısından itibaren “Putları Yıkıyoruz” diye bir kampanya başlattı. Zekeryia Sertel takdim yazısında “Biz maziye inanmıyoruz. Mazi denen şey bizi arkaya bağlayan kuvvettir. Biz ise arkaya bakmak bile istemiyoruz. Bizim gözümüz ileridedir. Bizim için bir saat evvelki an bile mazidir. Maziye hürmet eden milletler istikballeri ile meşgul olmayanlardır. Yeni neslin mümeyyiz vasfı maziyi tanımamaktır. Biz mazimizle iftihar etmek istemiyoruz, yapacaklarımızla övünüyoruz. Gençliğin vazifesi maziye hürmet etmek değil, onu yıkmaktır.” İlk sayıda Nazım Hikmet Abdülhak Hamit Tarhan ve Mehmet Emin Yurdakul’u acımasızca eleştirdi, ikinci sayıda ise Sadri Ethem Hamdullah Suphi ve Yakup Kadri’yi hedef aldı. Ahmet Haşim de kavgaya karıştırılmıştı. (Zafer Toprak, 2015, “Nâzım Hikmet’in ‘Putları Kırıyoruz’ Kampanyası ve Yeni Edebiyat”, Toplumsal Tarih, Eylül 2015, 261:34-42).
Necip Fazıl rahmetli de “sahte kahramanlar” serisiyle Namık Kemal ve Ziya Gökalp’i acımasızca eleştirmişti.
Şimdi geriye doğru bakıyorum. Bu eleştirilen insanların hepsinden ben bir şekilde istifade etmişim, eleştirenlerden de tabii. Üstelik bu eleştirilen insanlar toplumda genelleme yapılabilecek kadar büyük bir çoğunluk tarafından rahmetle anılıyorlar.
Onun için gelin boşuna zahmet etmeyin, “güneşi balçıkla sıvayamazsınız”. Çoğunuz eleştirdiğiniz şeyh, mürşid geleneğinin Hoca Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Nakşibendi, Hacı Bayram, Hacı Bektaş gibi büyük mutasavvıfların dahil olduğu bir gelenek olduğunu bilmiyor olabilirsiniz. “Ama bizim tenkit ettiğimiz onlar değil” diyenleri duyar gibi oluyorum.
Yol onların yoludur. Bu yolda sahteleri var mıdır? Vardır. Birçok ürünün ambalajında “taklitlerinden sakınınız” yazar. Siz de sakınacaksınız. Nasıl mı? Allah dostlarına yakın durarak ve onlardan sorarak. Bu kutlu yolu benim gibi acizlerin savunmasına da gerek yok aslında ama, yazmaya kendimi mecbur hissettim. Bazı arkadaşlarımın “papaza kızıp oruç bozmasına gönlüm razı olmadı.”
Hak şerleri def eyleye…
14 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi