Arakan’da Müslümanlar katlediliyor. Bugün 30 Ağustos; cuma günü Kurban Bayramı. Bütün bu hüzünle karışık mutluluklar ve mutluluklarla kucaklaşmış üzüntüler… Ama ben Enver Altaylı ile ilgili yazmaya devam edeceğim. Bunun böyle bir süreç olacağını baştan kestirmiştim. Beni anlayışla karşılarsınız umarım.

Allahtan korkmaz kuldan utanmazlar kervanına yeni katılanlar var. Olacak da. Sadece günümüzde değil, insanoğlu var olduğundan beri Habil de var, Kabil de.

Yazılarımda kendi ahlak anlayışımın dışına çıkmayacağım. Ahlak kelimesini ırz, namus, rüşvet, iltimas, iffet ile özdeşleşmiş oldukça geniş bir yelpazede kullanıyorum. Mesela.

Son Anayasa değişiklik paketindeki değişiklikler ayrı ayrı oylansaydı “evet” vermeyi düşüneceğim tek değişiklik, yargı erkini tanımlayan 9. Maddenin “Yargı Yetkisi Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır” şeklinde düzenlenmesiydi.

İlave edilen tarafsızlık ilkesi sadece yargıda değil her yerde çok önemlidir. Doğrudan ahlâk ile ilgili bir ilkedir.

Biz Araştırma ve Deneme Metotları dersinde araştırmacı adayı gençlere araştırmacının sahip olması gereken özellikleri anlatırken “araştırmacı tarafsız olmalıdır” deriz. Bunun anlamı şudur: araştırmacı araştırdığı konuyu iyi bilmek zorundadır, dolayısıyla araştırma sonucu ile ilgisi bir beklentisinin olması normaldir, hatta gereklidir. Araştırıcı, deneme sonucu ile işte bu kendi beklentisi arasında tarafsız olabilmelidir. Kendi beklentisinden ne kadar emin olursa olsun araştırıcı çelişki durumunda kendi beklentisini gözden geçirmek, beklentisinden emin olursa denemeyi bir daha yapmak durumundadır. Temel bilimlerde bunun tersini yapan, yani deneme sonuçlarını beklentisi lehine tahrif eden veya uymayan değerleri çıkaran hem de oldukça meşhur bilim adamları örnekleri vardır. Bunlar bizim dilimizde sahtekâr olarak nitelenir. İngilizcede böylelerine “prostitution of science” denir.

Yargıda da tarafsızlık ilkesinin daha farklı tanımlanmış olduğunu sanmıyorum. Yargıç veya savcı elbette zanlı ile ilgili bir kanaate sahip olabilir. Ama ele alınan konuyla ilgili kararı bu kanaatine göre değil, önlerindeki dosyada yer alan hakikatlere göre vermek zorundadır.  

Basın ahlakında da tarafsızlık ilkesi önemli olmalıdır. Sizin birisine ideolojik olarak karşı olmanız son derece tabiidir. Ama kendi beklentileriniz istikametinde hakikatleri çarpıtmak, olanı olmamış, olmayanı olmuş gibi göstermek herhalde basın ahlakına uymaz. Böylelerine bizim dilimizde ben Allahtan korkmaz kuldan utanmaz diyorum. İngilizcede, bu dilin bilim dağarcığındakinden başka bir şey deniyor mu bilmiyorum.

                          *                             *                                 *

Bu tarafsızlık ilkesinin bir uygulamasını Tamer Korkmaz’ın Yeni Şafak’ta 29.08.2017’deki yazısında verdiği bir bilgide deneyelim.

“Şu satırlar, Uğur Mumcu’ya aittir:

“Henze’ye evimde ‘Ruzi Nazar’ı tanıyor musunuz?’ diye sormuştum. ‘Tanımıyorum’ yanıtını aldım… ‘Nasıl tanımazsınız, o da sizin gibi Ankara’daki CIA görevlisi’ diye üsteledikçe ‘tanımıyorum’ demişti…” (Papa, Mafya, Ağca adlı kitaptan; sayfa: 174)

Şimdi gelin soralım: Nerde sormuş? Evinde. Kimin evinde? Uğur Mumcu’nun evinde…

Bundan hareketle “Uğru Mumcu CİA ajanıymış demek ki” diye bir karinede bulunsam, hatta “Tamer Korkmaz da bu kadar çok bilgiyi kes yapıştır yöntemleriyle kolayca bir araya getirdiğine göre? Kim bilir?” diye düşünüp sonra da kes yapıştır yöntemleriyle yazıversem.

Basın ahlakına uygun hareket etmiş olur muyum? 

                          *                             *                                 *

Tamer Korkmaz ismi tanıdık geldi. Sonra hatırladım. Ben 20. Dönemde milletvekiliyken Zaman gazetesinin parlamento muhabiriydi.

Allahtan korkmaz kuldan utanmaz kişiler gibi hareket edecek olsam, benim ne zaman milletvekili olduğumu ihmal ederim veya bilinçli bir şekilde zamanda kolayca yolculuk edip benim milletvekilliği dönemimi yakınlara taşıyıveririm ve al sana Tamer Korkmaz’ın FETÖ iltisakı…

Ben böyle yapmaya korkarım; Tabii ki Allah’tan korkarım. Ama Tamer’den şunu istemek sanırım hakkımız.

Sevgili Tamer, sen Enver Altaylıyı, Ruzi Nazar’ı, Taha Akyol’u filan bir tarafa bırak.

Zamandan ne zaman ayrıldın, niye ayrıldın? Neler gördün? Cemaatin içinde ne kadar kaldın? Ne gibi rahatsızlıkların vardı? Bugün konuşulan köz möz ayrılıkları neyin nesi? Niye bazıları telefonunda bylock çıktığı halde elini kolunu sallayarak geziyor, binlerce masum insan silahlı terör örgütüyle hiç alakası olmadığı halde “evinde kitap çıktı”, “Bank Asya’ya para yatırdı” diye tutuklanıyor. Şu anda bu kadar masuma eziyet edilmesine sebep olan örgütün gazetesinde bir zamanlar çalışmış olduğun için bir pişmanlık, an azından bir mahcubiyet duyuyorsundur. Değil mi?

Benim çok şükür bir mensubiyetim veya iltisakım yoktur. Bir zamanlar birçok cemaat ve tarikata olduğu gibi bu cemaate de uzaktan sempatim vardı. Ergenekon balyoz davalarından itibaren bu sempatim yanında eleştirilerim oluştu. “Eğitimde iyiler ama siyasete bir cemaatin bu kadar girmesi doğru değil, hele kin ve nefret duygularıyla hareket etmek hiç yakışmıyor” demeye başladım. 2012’den itibaren bu eleştirilerim daha da arttı. Ama ne yalan söyleyeyim çirkin yüzü tam anlamıyla görüp anlamam için 15 Temmuz kalkışmasını ülkemin yaşaması gerekiyormuş. Ben bu sempatimden bile oldukça mahcubum. Kimlere mi? Beni “bu cemaat yapılanması hayra alamet değil arkadaş, bunlara bu kadar sempati beslememelisin” diye zamanında uyaran mesela Diyanet’ten emekliliği iyice yaklaşan Mustafa Bayraktar hocama, gazeteci Miyesser Uğur’a, Enver Altaylı ağabeyime (evet yanlış yazmadım Enver Altaylı) ve Prof. Dr. Mehmet Şahingöz kardeşime…

Sevgili Tamer senin anlatacağın hatıraların benim üstteki paragraftan ibaret anlatacaklarım yanında çok daha fazladır. Üstelik bir de Yeni Şafak gibi bir gazetede köşen var. Niye yazmıyorsun?

Site düzenlemesi Crystal Studio