TÜRK DÜNYASI: YİRMİBEŞ YILDA NEREDEN NEREYE?[I]

Prof. Dr. Orhan Kavuncu

ÖZET

Bu çalışmada, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra geçen 25 yıl içinde, bir bütün olarak Türk Dünyasının ve o bütün içinde Türk Cumhuriyetlerinin nasıl bir değişim geçirdiği ele alınacaktır. Bu çerçevede Türkiye’de Türk Dünyası algılamaları, Türk Dünyası çalışmalarının nasıl yapılması gerektiği üzerinde durulacaktır. Sovyetlerin dağılma sürecine giden süreç ele alındıktan sonra, Türk Cumhuriyetlerinin çeyrek asırda nereden nereye geldiği irdelenecektir.

Daha sonra Türk Dünyasında problemler ve problemli yöreler ele alınacaktır. Bu çerçevede Türk İşbirliği Konseyi, Rusya Federasyonundaki kardeşlerimiz, Doğu Türkistan ve Kırım, Ortadoğu Türkmenlerinin sıkıntıları ifade edilecektir. Problemler arasında son olarak Türkistan Cumhuriyetleri arasındaki su problemi, Çevre Kirliliği ve Ekolojik Dengesizlik üzerinde durulacaktır.

Sonuç bölümünde bugünden geleceğe bir projeksiyon yapmaya çalışılacaktır. Problemlerimizin çok olduğu, endişelerimizin yersiz olmadığı anlatıldıktan sonra, buna rağmen niçin gayret içinde olmamız gerektiği üzerinde durulacaktır. Rusya’nın 1992 başında Sovyetleri feshetmesinin Rusya için düşüşün başlangıcı olduğu, Putin’in olsa olsa Osmanlı’nın Köprülü dönemi gibi düşüşü duraklatan veya yavaşlatan geçici bir dönem olduğu tespiti yapılacaktır. Rusya’nın düşüşe geçmesinin birçokları için sürpriz olmasından mülhem, gelecek 25 yıl içinde Amerika Birleşik Devletleri’nin de nereden nereye dönüşeceğini kimsenin bilemeyeceği öngörüsü dile getirilecektir.

Biz kendi işimize bakmalı, gayretten beri durmamalıyız. Çünkü yeryüzünde küresel adaletin tesis edilebilmesi bizim gelecekte var olmamızla, gelecekte var olmamız güçlü olmamızla, güçlü olmamız da gayret ve birlikle mümkün olacaktır. Bunları yapamazsak sevgili Mehmet Akif Okur’un ifadesiyle edilgen ülkeler olmaktan kurtulamayız. Eğer gayret edersek, Ziya Gökalp’in uzak hedefi yakın hedef olacaktır.

GİRİŞ

Sovyetler kendini feshettikten sonra günümüze kadar geçen 25 yıl içinde Türk Cumhuriyetleri ve tabii diğer yeni devletler, ekonomik yapıda dönüşüm, demokratik yapılanma ve toplumsal istikrar, uluslararası ilişkiler gibi alanlarda köklü değişim fırsatlarıyla yüz yüze kaldılar. Bu fırsatları ne ölçüde değerlendirebildikleri ya da değerlendirme imkânı buldukları tartışılması ve araştırılması gereken önemli bir konudur.


Doğu blokunun Sovyetler Birliği önderliğindeki Ekonomik İşbirliği Örgütünün (Komekon) ve Varşova Savunma Paktının ortadan kalkığı bu dönüşüm döneminde, önce tek kutuplu bir dünya oluşuyor, ardından küreselleşme rüzgârları esiyordu. Tek kutuplu Dünya fiili durumuna karşı Rusya ve Çin Şangay İş birliği Örgütüyle bir denge arayışına girmişti. Bu arada Türkistan Cumhuriyetleri’ni Afganistan, Azerbaycan’ı İran kaynaklı ‘radikal islam’ tehdidi, birtakım ‘gizli eller’ kontrolünde, ama dikkate değer bir şekilde ‘yokluyordu’. Bu yoklama, Çeçenistan’daki mukavemet tamamen kırıldıktan sonra birdenbire ortadan kalkıyor, 11 Eylül sonrasında ise, kökten dinci bir İslâmcı terör dalgasına karşı Amerika, Afganistan ve Irak’a giriyordu. Bütün bu şartlarda değişimi gerçekleştirmek gerçekten zor bir işti. Bu çalışmada, diğer Sovyet cumhuriyetleri gibi, bu zor işe girişen kardeşlerimizin, yirmi beş sene içinde çeşitli alanlarda nereden nereye geldikleri ortaya konmaya çalışılmıştır.

1991 yılının sonunda Sovyetler Birliği kendini feshedince 15 Sovyet Cumhuriyetinden bizimle dil ve/veya din yakınlığı olan altısı (Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan) Türkiye’nin gündeminde öncekiyle kıyaslanmayacak kadar çok yer almaya başladı. Ve Türk Dünyası kavramı da eskisiyle kıyaslanamayacak kadar yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Bu Türk Dünyası neresidir? Burada kimler yaşar?

Kazak, Kırgız, Özbek, Uygur, Irak ve Suriye Türkmenleri, Türkmenistan Türkmen’i, Azerbaycan Türk’ü, Türkiye Türk’ü, Balkan Türkleri, Kırım ve Kazan Tatarı, Saka, Teleut, Şor, Hakas, Altay, Başkurt, Çuvaş, Karaçay, Malkar, Kumuk, Nogay, Batı Avrupa Türkleri ve daha başkaları bu Türk Dünyası denilen coğrafyanın etnik dokusunu oluşturuyor. Bizimle birlikte yaşayan ama dilleri bizimkinden farklı olan Kürtler, Çerkezler, Çeçenler, Tacikler, Boşnaklar ve Moğollar da tarihin bir döneminde bizimle aynı kaderi paylaşmış olan topluluklar oluyor; onlar bizim “Türk olmayan kardeşlerimizdir”. Bu etnik dokuyu nasıl çalışacağız, hangilerini öncelikle ele alacağız? Türk Dünyası denilen bu 10 milyon km karelik topraklarda yaşayan toplam en az 250 milyonluk insan topluluğunun birçok meselesi var. Bu meseleleri önem sırasına koyacak mıyız? Hangilerini öncelikli olarak çalışacağız?

Türk Dünyasını çalışırken şüphesiz “bütüncü” bir yaklaşım gereklidir. Bütüncü yaklaşımdan uzaklaşma iki bakımdan olmaktadır:

Birincisi, Türk Dünyasının bir yöresine herhangi bir sebeple gidip gelenler, bir yöresiyle yine şu veya bu sebeple ilgilenenler veya köken olarak Türk Dünyasının bir yöresinden gelenler Türk Dünyasının sadece o yöresini görüyorlar ve sadece o yöresiyle ilgileniyorlar. Sanırsınız ki Türk Dünyası, o küçük coğrafyada yaşayan o küçük Türk topluluğundan ibarettir.

İkinci uzaklaşma sebebi, Türk Dünyasıyla ilgilenenlerin bu ilgisinin kendi mesleki alanları bakımından olmasıdır. Dilci dil meselesiyle, ilahiyatçı din meselesiyle ilgilenirken, dış politika uzmanı uluslararası ilişkiler zaviyesinden Türk Dünyasına bakarken Türk Dünyasının tek meselesi o ilgilendikleri konuymuş gibi yaklaşmaktadırlar. Bundan dolayı uzmanları kınamaya çok da hakkımız yoktur. Elbette herkes kendi ilgi alanı açısından Türk Dünyasını çalışacaktır. Olsa olsa Türk Dünyası çalışırken, ilgi alanları birbirinden bağımsız olmadığı için daha bütüncü, daha disiplinler arası bir yaklaşım beklenebilir. Türk Dünyası bu şekilde ele alındığı zaman, daha objektif bir bakış açısı yakalanabilir. Meselâ konusu “Müslümanlık” olan bir araştırıcı veya başka bir konu çalışan ama dindar olan bir başka araştırıcı, “kardeşim buralar elden çıkmış, din diyanet hak getire”            diye bir kanaatle dini hayatı algılarsa bu eksik olur. Çünkü Sovyet döneminde Ateist bir eğitim çarkından geçen insanların çoğunun dinle ilgili bilgisi neredeyse sıfırdır. Buna rağmen bu insanlar Allaha inanıyorlar ve Müslüman olduklarını söylüyorlarsa, belki de cenneti bizlerden daha çok hak ediyorlardır.  

Aslında disiplinler arası bakış, üniversite yöneticilerimizin konuyla ilgili araştırma ve uygulama merkezleri kurarken daha isabetli davranmalarını sağlayacaktır. Üniversitelerimizde Türk Dünyası Araştırma ve Uygulama Merkezleri kurulurken konu, Türkiyatçıların, Türkologların alanı olarak telakki edilmekte ve o zaman alan Türk tarihi uzmanlarıyla Türk dili ve edebiyatı uzmanlarına bırakılmaktadır; sosyal antropoloji, etnografya ve müzik gibi halk yaşayışı ve kültürü ile alakalı alanlar ise zaten Türkiyat çalışmaları arasında olması gerektiği halde ihmal edildiği için Türk Dünyası çalışmalarında eksikliği hep hissedilmektedir. Bu yaklaşımı şu şekilde düzeltmek gerekmektedir:

Tarih ve Dil şüphesiz Türk Dünyasının en önemli iki disiplinidir; bunlara halk bilimlerini de eklemek gerekir. Türk Dünyası çalışmaları bu alanlar ihmal edilerek yapılamaz; hatta Türk Dünyası çalışmalarının ana ekseni bu alanlardır; fakat bu ikisi dışında alanlara da gerek vardır. O bakımdan Türk Dünyası Araştırma Merkezleri, disiplinler arası bir yaklaşımla kurulmalıdır. Tarih ve dil mutlaka olmalı, ama onun yanında bütün alt disiplinleriyle halk bilimleri, ekonomi, uluslararası ilişkiler ve jeopolitik, ilahiyat, çevrebilim ve tarım, hukuk, sosyoloji, sosyal ve kültürel antropoloji olmalıdır. Türk Dünyası Araştırma ve Uygulama Merkezleri kurulurken, üniversitenin kapasitesine göre, ilgili alanlardan mümkün olanların Türk Dünyası Dil Araştırmaları Anabilim Dalı, Türk Dünyası Müzik Araştırmaları Anabilim Dalı vs. gibi birer anabilim dalı olacağı kurumlar öngörülmeli, ama üniversitenin ufkunda bütün disiplinlerin birer anabilim dalı olması bulunmalıdır.

    *                                          *                                       *

20. asrın son çeyreğinde Türk Dünyası gerçeği ile karşı karşıya gelindiğinde Türkiye’de bir tarafta bu gerçeğe “safsata” diyenler, diğer tarafta bu gerçek ile karşılaşmaktan heyecan duyanlar, sevinenler vardı.

Türk Dünyası için “safsata” diyenler, onunla ilgilenmeyi “Turancılık”, Turancılığı da “ırkçılık, faşistlik, pantürkistlik, İslamiyet öncesi Türk Kültürüne dönüş özlemi, şamancılık” olarak gören zihniyetler, 1992’den sonra nasıl bir dönüşüm geçirdi? Bir zamanların meşhur karikatüristleri, kafasında börk, sırtında sadak, elinde ok yay, at üstünde Turan’a sefere çıkan Rahmetli Türkeş tiplemelerinden nasıl vaz geçti veya vazgeçti mi?

Osmanlının son dönemlerinden itibaren aydınlarımızda gördüğümüz kendi öz değerlerine yabancılaşma olgusu, bu “Turan” konusunda da kendini gösterdi. Yalnız Turan konusuna soğuk bakan, hatta hasmane tutum içerisinde olan kesim, sadece batılılaşma gereğine inanarak kendine yabancılaşan aydınlar değildi. Anadolucular ve İslâmcılar da konuya olumsuz yaklaşıyordu. 3 Mayıs 1944 tutuklamalarıyla başlayan ve o dönemin iktidarına yakın basın ve bürokratlar eliyle yürütülen bir karalama kampanyası maalesef etkili olmuştu.

Anadolucuların bir bölümü, Anadolu’ya gelen Türklerin burada mevcut yerliler arasında ekalliyette kaldığını, zaman içerisinde Anadolu’da yeni bir kültür etrafında şekillenen milletin yeni bir millet olduğunu, hatta temel renklerinin Helen medeniyetinin izlerini taşıdığını düşünüyorlardı.  Bu Anadolucular içinde mukaddesatçı milliyetçiler diyebileceğimiz bir grup insaf sahipleri vardı. Bunlardan meselâ Türkiye Yazarlar Birliği Kırım’a Taşkent’e, Almatı’ya, Ufa’ya ve Kazan’a aşkla şevkle koştular; kendilerini Turancı sayanlardan daha Turancı duygularla bezenmişlerdi.

Türkiye’de bütün bu dönüşümlere rağmen, günübirlik değişmelerden etkilenmeler vardır. Oysa bizim hedeflerimiz bakımından uzun soluklu aydınlara ihtiyacımız vardır. Türk Dünyasını bir taraftan ideolojik motivasyonlar için gerekli iştah açıcı bir garnitür haline getirmemek, diğer taraftan da ilgiyi soğutmamak ve bilhassa aydın kesimde olabildiğince yaygın hale getirmek gerekiyor. Bu çalışmaları yapacak üniversitelerimiz ve Türk Ocakları gibi sivil toplum kuruluşlarımız çok şükür var; yeter ki gayret edilsin, ihmal edilmesin.

*                                                     *                                                           *

Sovyetler Birliği’nin dağılması Türk Dünyası için bir dönüm noktasıdır. O günleri hatırlamak gerekiyor. Gerçi Türk Dünyası dediğimiz coğrafya Sovyetler Birliğindeki soydaşlarımızın yaşadığı coğrafyadan ibaret değildir. Türk Dünyası, Çin seddinden başlayıp Adriyatik Denizine kadar uzanan geniş bir coğrafyada soydaşlarımızı ve yaşadıkları yerleri ifade eden bir kavramdır. Batı Avrupa’da yaşayan kardeşlerimizi ve Amerika kıtasında, Hindistan, Avusturalya ve Yeni Zelanda’da yaşayan Türkleri de düşündüğünüz zaman Türk Dünyası çık daha geniş bir coğrafyanın adı haline gelir; doğrusu Türk’ün yaşadığı her yer Türk Dünyası’dır. Bununla birlikte Sovyetlerin dağılmasına, Türk Dünyası kavramı bakımından ayrı bir önem atfediyoruz. Çünkü Türk Dünyası gerçeği ve kavramı o zamandan itibaren yaygın olarak kullanılabilir hale geldi ve Türk Dünyası’nın çok önemli bir bölümünü Sovyetlerdeki kardeşlerimiz oluşturuyor.

Çok değil Sovyetler dağılmadan 15-20 sene önce meselâ 1975’lerde’ “Sovyetler 1990’larda dağılacak” denilse veya rüyamızda görsek inanmazdık. Ama o günlerde bile Sovyetlerin dağılacağına dair öngörüler vardı. Meselâ şimdi İstanbul Türk Ocağı Başkanı oln Dr. Cezmi Bayram’ın o yıllarda, sanıyorum 1969’da Ocak dergisindeki yazısı…

1991’in sonunda Sovyetler Birliği dağıldı. Bu aslında önceden başlayan bir sürecin sonucuydu. Bağımsızlık yanlısı ve komünist rejime karşı hareketler Varşova Paktı üyesi Polonya, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Yugoslavya, Romanya, Arnavutluk ve Bulgaristan’da 1980’lerde ve hemen ardından Sovyetler Birliğini oluşturan 15 cumhuriyette 1985’lerden sonra başlamıştı. Polonya’da başını bir sendika lideri olan Leh Walesa’nın çektiği Dayanışma Hareketi, ülkenin önemli merkezlerinde grevler yapıyor, rejim muhalifi toplantılara büyük kalabalıkları çekiyor, bütün bunlara karşı Moskova, daha önceleri 1957’de Macaristan’da ve 1968’de Çekoslovakya’da yaptığı gibi yapamıyor, etkin ve sert müdahalelerde bulunamıyordu.

1988’den itibaren rejim aleyhtarı gösteriler ve grevler iyice arttı. 1989’da Berlin duvarı tarihe karıştı, iki Almanya birleşti. Ardından, Berlin duvarının yıkılması gibi, Polonya’da (30 Ocak 1990), sonra diğer Doğu Avrupa ülkelerinde rejim birer birer yıkıldı. Akılda kalan olaylardan birisi Romanya’da Çavuşesku’nun, diğeri Bulgaristan’da soydaşlarımıza zulmüyle tanınan Jivkov’un gidişiydi. Tito’nun Yugoslavya’sı, diğerlerinden biraz geç olmakla birlikte, ayrışma sürecine, yine diğerlerinden farklı olarak, kanlı bir biçimde girmişti.

Olaylar kısa zamanda Sovyetler Birliğini de etkilemeye başladı. Esasen öteden beri batının desteğini alan Baltık Cumhuriyetlerinde de Doğu Avrupa’dakine benzer olaylar yaşanıyordu. Gorbaçov yönetimi, aslında olanları önceden görmüş ve daha 1985’lerden itibaren Glasnost (şeffaflık) ve Perestroyka (Yeniden yapılanma) politikalarıyla Sovyetlerin ve Varşova Paktının kaçınılmaz olduğu anlaşılan dağılışını en az zararla gerçekleştirmeye çalışıyordu.

Nitekim Sovyet Cumhuriyetleri de 1990 yılında peş peşe egemenlik ilan etmeye başladılar (Türkçe Konuşan Ülkelerden Azerbaycan 23 Eylül 1989, Özbekistan 20 Haziran 1990, Türkmenistan 22 Ağustos 1990, Kazakistan 26 Ekim 1990, Kırgızistan 12 Aralık 1990). 1991 yılında önce Baltık Cumhuriyetleri (Estonya, Letonya ve Lituanya) bağımsızlıklarını ilan ettiler. Gürcistan, Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldova sıradaydı. 15 Ağustos’ta Moskova’da Gorbaçov’u hastalık bahanesiyle görevden uzaklaştırmaya yönelik bir darbe teşebbüsü olduysa da bazı ordu mensuplarının ve o zaman Moskova Belediye başkanı olan Boris Yeltsin’in muhalefeti darbeyi önledi.

Bu arada sadece Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerinde değil, Türk Cumhuriyetlerinde de hareketler vardı. Meselâ, 1986 yılının 16 Aralık günü Kazakistan’ın o zamanki başkenti Almatı’da öğrenciler ve aydınlar Dinmuhammed Kunayev’in yerine Moskova’dan bir Rus olan Kolbin’in gönderilmesini protesto ederek sokağa dökülmüşler, güvenlik güçleri de gösterileri sert bir şekilde bastırmıştı. Olaylar esnasında kaç gencin hayatını yitirdiği bugün dahi net olarak bilinmiyor. Kazakistan bağımsızlığını 25 Ekim 1991’de ilan etti ama daha sonra Kazakistan Parlamentosu tarafından bu 16 Aralık günü, Kazakistan’ın bağımsızlık günü olarak kabul edildi.

Öte yandan yine Kazakistan’da Semipalatinski vilayetinde yapılan yeraltı nükleer denemeleri dolayısıyla Olcas Süleyman etrafında toplanan aydınlar “Nevada Semey Anti Nükleer Halk Hareketi” adı altında bir dayanışma grubu oluşturmuşlardı. Özbekistan’da da özellikle pamuk mono kültüründen ve Aral Gölünde suyun azalmasından kaynaklanan ekolojik faciaya karşı bilinçli bir aydın hareketi oluşuyor, bütün bunların müsebbibi olarak görülen rejime karşı muhalefet her geçen gün büyüyordu.

Nihayet 1990’ın hemen başında Bakû’da, Ermenilerin Karabağ’daki haksız tasarruflarına karşı halk miting düzenledi. On binlerce insanın toplandığı azatlık meydanında 19 Ocağı 20 Ocağa bağlayan gece tankların altında kalan yüzlerce insan hayatını kaybetti. Yani, bağımsızlık kendiliğinden gelmedi. Sovyetler Birliğindeki kardeşlerimiz aslında Rus işgalinden beri, yani yüz yıldan fazla zamandır süren istiklâl mücadelelerinin sonunda bağımsızlığı elde ettiler.

1991 yılında Kırgızistan (31 Ağustos), Özbekistan (1 Eylül), Tacikistan (9 Eylül), Azerbaycan (30 Ağustos), Kazakistan (16 Aralık) ve Türkmenistan (27 Ekim) bağımsızlıklarını ilân ettiler. Sovyetler Birliğini oluşturan 15 cumhuriyet içinde bu altısı, halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerdir ve Tacikistan hariç hepsinin ana dili Türk dilinin bir lehçesidir.

Sovyetler fiilen sona ermişti. Hukuki tasfiye de 1 Ocak 1992’den geçerli olmak üzere, Gorbaçov tarafından imzalanan S.S.C.B.’nin ortadan kalktığını duyuran 26 Aralık 1991 tarihli kararnameyle oldu. BDT daha önce kurulmuştu. Artık tarihin bir sayfası kapanmış ve yeni bir sayfa açılmıştı.

         *                   *                   *

Demek oluyor ki, daha 1990’a varmadan, Sovyetler Birliğinin kendini feshetmeye gittiği, Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka sloganları ile iyice belli olmuştu. Böylece bilim dünyasında, hep tartışılan bir sürecin tersi gerçekleşiyordu. Marksist telâkkilerin etkisinde hemen herkes özellikle solcu aydınlar, materyalist diyalektik anlayışın görüşünü benimseyerek tarihî sürecin kapitalizmden sosyalizme ve oradan da komünal topluma geçiş ile devam edeceğini düşünürken, sevgili Yakup Ömeroğlu’nun ifadesiyle, sosyalizmden kapitalizme geçiş süreci diye bir fiilî durumla karşı karşıya kaldık.

1985-1990 arasında Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist düzen, kalabalık toplantılarla yıkılırken Türkiye’de birçok milliyetçi muhafazakâr aydın, biraz da birbirine zıt iki duygu arasında kalmıştı: memnuniyet ve hayret. Memnunduk, çünkü komünizm çöküyordu; çöken Türkistan ve Kafkasya’da insanımıza çok zarar veren, onları kendi kimliğinden koparan, mankurtlaştıran komünizmdi.

Öte yandan hayret ediyorduk. Çünkü yıkılışı simgeleyen başka bir olay yoktu; sadece büyük kalabalıklar toplanıyor ve gösteri yapıyordu. Bir de Polonya’da Walesa’nın önderliğinde işçi grevleri... Çoğumuzun kafasında Türklüğün ve esasen insanlığın can düşmanı olan komünizmin kâğıttan kaplan olduğunu doğrusu görememiştik. Bu bizler için, sevinilecek bir olgu idi şüphesiz. Fakat bu sevinç biraz buruk bir sevinçti.

Sevincimizin niçin buruk olduğunu bu toplantıların birisi ile ilgili bir belgesel haberde gördüm: Sanıyorum Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de, kalabalık bir topluluk bir meydana toplanmış, hatipler konuşmuş, insanlar mevcut rejime kızgınlıklarını ve değişim arzularını sloganlar haykırarak dile getirmiş ve sonra toplantı sona ermiş, kalabalık dağılmıştı. Geriye kalan, çör çöp, kırılmış ağaç dalları, gazete artıkları gibi zibil ve yapay bir tepede iki demir çubuğun arasındaki Lenin portresinin sökülmüş ve tepe üstü yere çakılmış görüntüsü idi.

Bir hafta sonra meydan temizlenmiş, tepe eski haline getirilmişti. İki demir çubuğun arasında biz yine Lenin portresi beklerken, görüntüyü yakınlaştıran kamera, karşımıza bir reklâm panosu çıkarmıştı. Panoda bir Coca-Cola şişesi ve yanında mini etekli bir genç kızın etek kısmı vardı.

Biz nasıl buruk olmayaydık? Düşman yenilmişti ama yenen biz değildik. İnsanın, birçok din nazarında çok da meşru sayılmayan arzu ve isteklerini tahrik ederek para kazanma yolunu tercih eden bir sermaye idi zaferi kazanan...

 

TÜRK CUMHURİYETLERİ: ÇEYREK ASIRDA NEREDEN NEREYE

İnsan Faktörü Ve Etnik Farklılıklar Meselesi

Fergana vadisindeki Kırgız Özbek etnik çatışması bölgede eskilerden kalan bir problemdir ve sadece Özbeklerle Kırgızlara özgü olmayıp daha geneldir. Bu etnik farklılık problemlerini, bu problemlerin sebeplerini ve tahrik edenlerin niyetlerini çok iyi anlamak gerekiyor.

Sovyetler Birliğinde “Milletler Meselesi”, Çarlık döneminde başlayan politikaların devamı niteliğindedir. Rusya, Çarlık döneminde İlminskiy gibi misyonerler eliyle Türk toplulukları arasındaki farklılıkları sun’i olarak artırmaya çalışmış, lehçeleri ve şiveleri, alfabe farklılıkları yoluyla ayrı birer dil haline getirmeye gayret etmiştir. Bolşevik dönemde de bu politika, çeşitli etnik gruplara siyasî otonomiler vermek şeklinde devam etmiş; böylece insanlar mensup oldukları boy ve/veya etnik grubu, mensup oldukları millet gibi algılamaya, ifade etmeye yönlendirilmişlerdir.

Rusya’nın bu şuurlu gayretlerine, Türklüğün her grubunda yüksek olan etnik asabiyet, aile-aşiret asabiyeti ve cehalet de eklenince, etnik farklılıklar daha 19.asır başlarından itibaren önemli çatışmalara yol açmıştır. Bugün artık beş Türkistan Cumhuriyetinin her birinde, Azerbaycan’da ve hatta Türkiye’de, etnik asabiyet, cehalet, ekonomik sıkıntılar ve komşu ülkelerle sınır problemleri, her an boy gösterecek çatışmaların sebepleri olarak kullanılabilir durumdadır.

Türkistan Cumhuriyetlerinde belki birkaç nesil sürecek ciddi bir eğitimle, değişik etnik gruplara aynı milletin mensubu olduklarının, azıcık gayretle birbirlerinin dilini anlayabildiklerinin öğretilmesi, aralarında ortak bir siyasî kimliğin oluşmasına da zemin oluşturacak güçlü ve uzun ömürlü, Avrupa Kömür çelik Topluluğu gibi iktisadî anlaşmalar yapmaları önemli hususlar olarak görülmelidir.

Tabii bu ayrılıkların, Rus alt gruplarına uygulanmamış olması dikkatlerden kaçmamaktadır. Maksat bellidir: Büyük bir Rus milleti ve etrafında küçük etnik gruplardan ibaret bir insan tipi, “homo sovyeticus” oluşturulacaktı. Sovyetler dağılma sürecine girmese idi, bu politika tutar mıydı? Cevabı zor bir sorudur. Bu politika tutmadığı için Sovyetler dağılma sürecine girmiştir şeklinde bir yorum daha mantıklı görünüyor ama ilgili bölgelerde, anadile yönelmede, ancak sistem çöktükten sonra bir yükselme olduğu da açıktır.

Dünyada, tarih boyunca, büyük güce sahip devletlerin büyük nüfuslarının olduğu unutulmamalıdır. O halde, Türklüğün de bir güç haline gelmesi, bütün Türk Dünyasının, Avrupa Birliği modelinde olduğu gibi, mevcut ulus devletlerin varlığının devam ettiği, ancak bunların üstünde (supranasyonel) ortak bir siyasi kimlik etrafında birleşmesi ile mümkün olacaktır. Biz bu imkânı göremedik ama rakiplerimiz tarih boyunca gördü ve zaman içinde engellemeye çalıştı. Şimdi bizler de görmek durumundayız.

         *                   *                   *

Eğitim, gelecek 25-30 yılın en önemli işidir.  Çünkü Türkistan Cumhuriyetlerinde ve Azerbaycan’da komünizmin, özellikle Stalin zamanında, diğer Sovyet Cumhuriyetlerinde olduğu gibi, insan faktörünü büyük ölçüde tahrip ettiği bir gerçektir. Totaliter rejim, 70 yıl boyunca, tek bir insan tipini, Homo sovyeticus’u, meydana getirememiştir ama özellikle de Rusya dışındaki cumhuriyetlerde, aç, cahil ve sindirilmiş insan toplulukları ortaya çıkmıştır. Rejim, yapısı icabı, Rusça burjuva anlamında “gulag” tabir edilen zenginleri, şehir eşrafını ve büyük toprak sahiplerini yok etmiş, böylece yatırım yapacak sermaye sahibi müteşebbislerin ortaya çıkmasını engellemiştir. Aydınlar arasında da hemen sadece komünist rejime sadık sanatkârlar ve ilim adamları, o da devlet idaresine talip olmadıkları sürece, desteklenmiştir. Buna karşılık devlet idaresine talip, ülkeyi müstemleke olmaktan kurtarmak için mücadele eden ve hatta bu uğurda Lenin’le iş birliği yapmaktan kaçınmayan aydınlar ve siyaset adamları yok edilmiştir. Bolşevik ihtilâlin ilk yıllarından itibaren, ikinci dünya harbi sonuna kadar, vatan haini, satkın (satılmış anlamında), kapitalizmin ve/veya faşizmin işbirlikçisi, Faşist, milletçi (milliyetçi anlamında), ajan, Pantürkist, Turancı vb. suçlamaları ile binlerce insan öldürülmüş, hapishanelerde çürümeye mahkûm edilmiş, Sibirya’ya sürgün edilmiştir.

1950’li yıllara gelindiğinde bu istiklâlci zümrenin kalıntıları da işbirlikçi suçlamaları ile temizlenmiş ve geriye sadece Rus hayranı komünistlerle, yakınları gözü önünde yok edilerek sindirilmiş, yılgın zavallılar kalmıştır. Üstat Baymirza Hayit’in bildirdiğine göre, 1927-28 yıllarında sadece Nakşibendî tarikatından olduğu için yok edilen insan sayısı bir buçuk milyondan fazladır. Yine Baymirza Hayıt merhuma göre 1918 – 1990 yılları arasında 24 milyondan fazla Müslüman öldürüldü, özellikle Stalin devrinde Sovyetler Birliğinde Müslümanlara karşı katliam siyaseti yürütüldü. Bir taraftan da İslâmi eserler yok ediliyordu. 1912 yılına kadar 24 binden fazla cami ibadete açıkken, 1939’da bunların sadece 100 kadarı ayakta kalmış, bunun da sadece 8’inde ibadete izin verilmiştir (Hayit 2000, sf. 330 – 331).[*]

Bütün bu baskıların sonucu, Sovyet Cumhuriyetlerinin hemen tamamında toplumlar, öndersiz, zenginsiz, din adamsız kalmış, başsız bir vücut gibi kalmışlar, idareciler inisiyatif sahibi olamamışlardır. Allah’tan şimdiki idarecilerin çoğu 1940–45 arasını ve öncesini şöyle böyle hatırlamakta, hatta hiç hatırlamamaktadır ama yine de o baskı döneminden sonraki nesillerin şuuraltına intikal eden yılgınlık, karamsarlık ve benzeri psikolojik tahribat, bir an önce yerini özgüven, azim ve ümide bırakmalıdır.

İdari ve Siyasi Yapı

1917 Ekim ihtilâlinden hemen önce askere alma uygulamasına karşı Türkistan genelindeki Kozgalış (başkaldırı) oldukça etkili oldu, Cüneyd Han komutasındaki isyancılar Hive’yi aldılar. Bu isyanın diğer sebepleri yanında “halifenin ordusuna karşı savaşmayı reddetmek” de vardır. Gerçi 1916 yılının yaz aylarında Ruslar 1,5 milyon kardeşimizi katletti.

1917’de Kazakistan’da Alaş Orda bağımsız hükümeti kuruldu. Ekim ihtilâlinden hemen sonra 1918 yılında Kırgızistan ve Türkmenistan Rusya Federasyonu bünyesinde kurulan Özerk Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine bağlandı. 1919 yılında Hive’yi Cüneyd han kuvvetlerinden alan Bolşevikler, Hive ve Buhara hanlıklarını, halk cumhuriyetlerine dönüştürdü. 1920 yılında Kazak Özerk Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu ve Alaş Orda Bolşeviklere katıldı. 27 Ekim 1924’te Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu, bu cumhuriyet bünyesinde Kırgız Özerk bölgesi oluşturuldu. 14 Şubat 1925’te Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. 1936 yılında gelindiğinde Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti bünyesindeki özerk bölgeler ayrı birer cumhuriyet olmuştu, daha önce kurulan Özbekistan ve Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerine Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan da eklenmişti. (Ölçekçi 2007: 195-196)

Çok kısa özetlemeye çalıştığımız bu süreçle ortaya çıkan oluşum, 1992 başına kadar yaklaşık 70 sene devam etti. 1992 başında ilan edilen Sovyetlerin feshedildiği kararıyla fiilen gerçekleşen bağımsızlıktan sonra geçen 25 sene içinde Türkistan Cumhuriyetlerinde ve Azerbaycan’da idari ve siyasi yapıda belli bir ölçüde dönüşüm gerçekleşmiştir. Ancak her cumhuriyet kendi özel şartlarına uygun bir yeniden yapılanma içine girmiş ve küçük de olsa farklılıklar ortaya çıkmıştır. Şu anda Sovyetler dağıldığı zaman devletin başında olanlardan sadece Kazakistan’ın başındaki Nursultan Nazarbayev kalmış, diğerleri yani Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan (Sefermurat Niyazov – Türkmenbaşı vefat etmiş), Özbekistan (İslam Kerimov vefat etmiş) ve Azerbaycan devlet başkanları seçimle değişmiştir.

Bu bölümde önce bu cumhuriyetlerin mevcut idari ve mülki yapısı ele alınacak, en sonda da Rusya Federasyonu içinde yaşayan kardeşlerimizin siyasi ve kültürel haklarını ortadan kaldıran merkeziyetçi yapılanma ele alınacaktır.

Dağlık Karabağ Özerk Vilâyeti yıllar boyunca Azerbaycan ile Ermenistan arasında problem oluşturdu. Azerbaycanlıların göçe mecbur edilmesiyle nüfus oranı her geçen gün Ermeniler lehine değişen dağlık Karabağ’da ayrılıkçı Ermenilerin başvurduğu şiddet en nihayet 1988’de savaşa sebep oldu. 19 – 20 Ocak 1990’da Rus tanklarının Bakû’ya girmesiyle sonuçlanan bu savaş Sovyetler Birliğinin dağılmasını çabuklaştıran olaylardan birisi olarak tarihe geçti.

Tablo:1’de verilen bilgilere ek olarak her cumhuriyetin idari ve siyasi yapısı şöyle özetlenebilir: 

Azerbaycan’a bağlı özerk bir cumhuriyet statüsündeki Nahcivan’dan başka 11 şehir idaresi ve bunlar etrafında 59 reyon Azerbaycan mülki taksimatını meydana getirmektedir. 12 Kasım 1995’te yapılan referandumla kabul edilen Azerbaycan Anayasasına göre kamu yönetimi kuvvetler ayrılığı ilkesi esas alınarak düzenlenmiştir. Yasama erki, 125 üyeli Azerbaycan Cumhuriyeti Milli Meclisine aittir. Çok partili bir sistem geliştirilmiştir. Yürütmenin başı Cumhurbaşkanıdır. Yargı erkini ise bağımsız mahkemeler temsil etmektedir. Yargı, Anayasa mahkemesi, Yüksek mahkeme ve genel Mahkemelerden oluşmaktadır. Anayasa Mahkemesi ile Yüksek mahkeme üyelerini ve Cumhuriyet Başsavcısını, anayasaya göre, cumhurbaşkanı önerir, Meclis seçer. Görevden alınmada da aynı usul geçerlidir, ancak Meclisin 2/3’ü demek olan 83 oy gerekir.

Tablo:1- Ülkelerin Coğrafi, Siyasi ve İdari Durumları

Ülke Adı

Yüzölçümü (bin km2)

Nüfus (milyon kişi)

Parlamento Kanat ve üye sayısı

Yüksek Mahkeme üye sayısı

Anayasa Mahkemesi üye sayısı

İl Sayısı*

Türkiye

   800

80

550

22 (13)

 17(15)

81

Kazakistan

2,800

18

47, 107

44

  7

14, 3

Türkmenistan

   488

  5

125

22

-

5, 1

Azerbaycan

     87

  9,5

125

25

9

11, 1

Özbekistan

   447

31

100, 150

34, 19

7

12, 1

Kırgızistan

  199

  6

120

25

9

7, 2

Tacikistan

  144

  8,5

34, 63

34,16

7

4, 1

*varsa virgülden sonraki sayı, müstakil idare edilen şehirlerin ve özerk bölgelerin   sayısıdır.

 

Kazakistan’da mülki idare, 14 vilayet ve 3 müstakil şehir (Almatı, Astana ve Türkistan) idaresinden ibarettir.

Bağımsızlık ilânından sonra geçen 25 yıl içinde hazırlanan Anayasa 1995’te halkoyuna sunularak yürürlüğe girdi. Devletin simgeleri olan Bayrak ve Milli Marş kabul edildi. Devlet dili Kazakça oldu, ancak Rusça da ikinci resmi dil olarak varlığını ve geçerliliğini korudu. Kazak milli parası Tenge 1993’te yürürlüğe girdi. Serbest piyasa ekonomisine geçildi. Kuvvetler ayrılığı prensibine uygun bir siyasi rejim geliştirildi. İki kademeli parlamentoda, senatoda 47 (32’si İl genel meclisi tarafından iki kademeli seçimle belirlenir, 15’i başkan tarafından atanır), mecliste 107 (98’i doğrudan nisbi temsil usulüne göre, 9’u ise 350 üyeli Kazakistan Halk Meclisi tarafından 5 yıllığına seçilir) üye vardır. Kazakistan, güçlü bir devlet başkanlığı sistemine sahip üniter bir devlettir. Hükümet doğrudan devlet başkanı tarafından atanır, ancak Başbakan yardımcıları, Dışişleri, İçişleri, Savunma ve Maliye Bakanlarıyla Devlet Güvenlik Komitesi başkanı parlamento tarafından onanır. Yargı erki Yüce Divan (44), Anayasa mahkemesi (7) ve bölgesel mahkemeler tarafından temsil edilir. Yüce divan üyeleri başkan tarafından atanır, senato onaylar. Anayasa mahkemesinin üyelerini 2 devlet başkanı, 2 senato başkanı, 2 de meclis başkanı atar, mahkeme başkanını da devlet başkanı atar. Bağımsızlıktan sonra çok partili sisteme tedrici bir şekilde geçilmiş, esas olarak 2002 yılında parlamentodan geçen “Siyasi Partiler” yasasıyla yürürlüğe girmiştir. Baraj %7’dir.

Kırgızistan’da mülki idari birimler 7 il ve iki müstakil şehir (Bişkek ve Oş) şeklindedir. Bağımsızlık ilanından sonra geçen 25 yıl içinde muhtelif zamanlarda tekrarlanan halk oylamalarıyla (sonuncusu 27 Haziran 2017) Kırgızistan anayasası kabul edildi. Devlet simgeleri olan bayrak ve milli marş kabul edildi. Devletin resmi dili Kırgızca oldu. Kırgız milli para birimi som (Kırgız somu) olarak belirlendi. Kırgızistan parlamentosu Yukarı Kengeş adında 120 üyeli beş yıllığına nisbi temsil sistemiyle seçilen bir meclistir. Devletin başı altı yıllığına seçilir. Başbakanı, savunma ve güvenlik bakanlarını doğrudan devlet başkanı atar. Kuvvetler ayrılığı prensibi geçerlidir. Yargı yetkisi 25 kişilik Yüce Divan ve 9 kişilik Anayasa Mahkemesinden meydana gelmiştir. Yüce Divan üyeleri 10 yıllığına, Anayasa Mahkemesi üyeleri 15 yıllığına cumhurbaşkanının önerisiyle Yukarı Kengeş tarafından seçilir. İl mahkemeleri ve yüksek tahkim mahkemesi yargı yetkisi kullanan diğer oluşumlardır.

Özbekistan’ın idari taksimatı Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti ile 12 vilayet, 123 şehir ve 156 ilçe (tuman) yönetiminden oluşmaktadır. Şehir yönetimleri içinde Taşkent Şehri ayrıcalıklı bir konumdadır. 1992’de kabul edilen Özbekistan Anayasası’na göre, Özbekistan Cumhuriyeti laik, demokratik bir yönetim sistemine sahip olup, anayasal düzeni hukukun üstünlüğü ile din, vicdan ve ifade özgürlüğüne dayanmaktadır. Özbekistan Cumhuriyeti, başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. Yürütme erkinin başı cumhurbaşkanıdır. Yasama organı 2004 yılına kadar tek bir meclisten oluşan Oliy Majlis (Âli Meclis: Yüce Meclis) iken; bu tarihten sonra iki meclisli bir sisteme kavuşmuştur. Oliy Majlis’in ilk kanadı olan Qonunchilik Palatasi (Halk Temsilciler Meclisi)’nin üyeleri Özbekistan’ın 12 vilayeti, Taşkent şehri ve Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti’ni temsil etmek üzere seçimle gelen 120 milletvekilinden oluşmaktadır. 2008 yılında yapılan bir değişiklikle bu kanattaki üye sayısı 150’ye çıkarıldı. Bunun 15 tanesi Özbekistan Ekoloji Hareketi üyelerinden seçilecek, geri kalan 135’i ise vilayetlerden seçimle gelecek. 2004 yılındaki Anayasa değişikliği ile oluşturulan Oliy Majlis’in ikinci kanadı Senato’da ise 100 üyenin 16’sı doğrudan devlet başkanı tarafından atanırken, 6’şar üye ikincil derecedeki yargı organlarınca (12 vilayet, Taşkent ve Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti) seçilmektedir. 5 yıllığına seçilen temsilcilerden oluşan Oliy majlis’in başkanı ise Majlis içerisinden gizli oyla belirlenmektedir (The Governmental Portal of the Republic of Uzbekistan, 2013).  Son olarak Özbekistan’ın yargı sistemi, 34 üyeli Yüce Divan, 7 üyeli Anayasa mahkemesi ve 19 üyeli Yüksek İktisadi mahkemeden oluşmaktadır. Bu üç kurul üyeleri 5 yıllığına cumhurbaşkanı tarafından yüce meclisin onayı ile atanmaktadır. Ülkedeki yargı kuruluşları, “Yargı Kuruluşları Hakkında Kanun” uyarınca örgütlenmiştir. Bölgesel yargı kuruluşları: Karakalpakistan Cumhuriyeti Medenî ve Ceza Mahkemeleri, Vilayetler ve Taşkent Şehir Medenî ve Ceza Mahkemeleri, İlçe ve Şehir Medeni Mahkemeleri, İlçe Ceza Mahkemeleri, Karakalpakistan Ekonomik Mahkemesi, Vilayet ve Taşkent Şehir Ekonomik Mahkemeleri, Askeri Mahkemeler.

1994’te kabul edilen ve birçok değişikliğe uğrayan anayasaya göre Tacikistan başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. 1994’te yapılan seçimlerde devletin başına İmamali Rahmanov ikinci defa geldi. Hükümetin başı cumhurbaşkanı olup, başbakanı ve bakanlar kurulu üyelerini atar, bu atamalar Yüce Meclis tarafından onanır. Yasama organı olan Yüce Meclisin iki kanadı vardır: 34 üyeli milli meclis ve 63 üyeli temsilciler meclisi. Yargı erki 34 üyeli yüce divan (askeri, kriminal ve medeni hukuk bölümleri var), 7 üyeli anayasa mahkemesi ve 16 üyeli yüksek ekonomik mahkemeden ibarettir. Mahkeme üyeleri 10 yıllığını cumhurbaşkanı tarafından atanır, meclis tarafından onaylanır. Ayrıca bölge mahkemeleri de yargı erkini ülke genelinde temsil eder.

Türkmenistan, 1992’de kabul edilen en son 2016’de değiştirilen anayasasına göre başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. Yürütmenin başı cumhurbaşkanıdır. Ülke idari taksimatta beş vilayet (Ahal, Balkan, Taşoğuz, Lebap ve Mari) ve bir müstakil şehirden (Aşkabat) meydana gelmiştir. Yasama 125 üyeli meclis tarafından temsil edilmektedir. Meclis 65 üyeliyken, 2008’de yapılan bir anaysa değişikliğiyle 2500 üyeli bir halk meclisi ihdas edildi ve buradan da meclise 60 üye seçilmesi kararlaştırıldı. Yargı erki Yüksek Mahkeme ve münferit mahkemeler tarafından temsil edilir. Yüksek mahkeme başkan ve 21 üyeden meydana gelmiştir. Üyeler başkan tarafından seçilir ve mahkeme medeni, kriminal ve askeri hukuk bölümleri halinde çalışır.

Tataristan 1990 yılının 30 Ağustos’unda devlet egemenliğini ilan etti. 1992 yılında yapılan referandumda da Tatar halkı %61,4 oyla bu egemenliği kabul etti. Yine 1992 yılında bugünkü Rusya Federasyonu anayasasını onaylatmak için yapılan referanduma Tataristan katılmayı reddetti ve federatif sözleşmeyi imzalamadı. Rusya Federasyonunun o zamanki başkanı B. Yeltsin de bunun üzerine “ne kadar bağımsız olmak isterseniz ne kadar hazmedebilirseniz o kadar olsun” demiş ancak sonra Rusya bu sözleri unutmuştur. Bundan sonraki süreçte önce “Rusya Federasyonu” ismi “Rusya” yapılmak istenmiş, bu tutmayınca, 2008 Gürcistan savaşından sonra 21 özerk cumhuriyet[†], federe cumhuriyet olarak isimlendirilmiş ve Rusya Federasyonunun diğer özerk bölge, vilâyet ve özel şehirleriyle aynı statüde toplam 88 idari bölge (Rusça Subyekt) içine sokulmuştur. Tataristan da diğer Rusya federasyonu etnik grupları gibi, kendi istedikleri alfabeyle değil, Kiril alfabesiyle okuyup yazmak zorundadır. Şu anda Tataristan’da Tatarca eğitim yapan okulların kapanması gündemdedir. Rusya Federasyonu içindeki diğer kardeşlerimiz de aynı durumdadır.

 

Ekonomik İlerleme

Türk Cumhuriyetlerinin iktisadi durumları Tablo:2 ve 3’te özetlenmiştir. Tablo:1’in incelenmesinden görüleceği gibi kardeş cumhuriyetlerin GSYİH ve Kişi başına gelir rakamlarında 2005’ten 2015’e geçen 10 yıl içerisinde GSYİH ve kişi balına gelirde artış %200 ile %500 arasında değişmektedir. Satın alma rakamlarında da ciddi bir artış görülmektedir.

Dış Ticaret rakamları ve onun içinde Türkiye’nin payı incelendiğinde de 10 yıl içinde bir ilerleme olduğu, ancak bu ilerlemenin ülkelerin milli gelirine yansımasının artı yönde değil genellikle eksi yönde olduğu anlaşılmaktadır.  Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’da ise ihracat petrol ve doğal gaz satışlarından dolayı ithalattan daha yüksektir. (Tablo:3)

Tablo:2- Muhtelif Ülkelerin 2005 Yılında Tahmini Kişi Başına Milli Gelirleri ve Satın Alma Güçleri (Dünya Bankası)

 

 

Ülke Adı

GSYİH  (milyar dolar) 2005

GSYİH milyar dolar 2015

Kişi Başına Mili Gelir(Dolar) 2005

Kişi Başına Mili Gelir(Dolar) 2015

Satın Alma Gücü (Dolar) 2005

Satın Alma Gücü (Dolar) 2015

Türkiye

    362

     718

  5062

9126

  7 950

20009

Kazakistan

      56

     185

  3717

10510

  8 318

25045

Türkmenistan

      18

       35

  3516

6673

  8 098

16533

Azerbaycan

      13

       53

  1493

5497

  4 601

17780

Özbekistan

      12

       67

    546

2132

  1 920

6087

Kırgızistan

       2,4

         7

    473

1103

  2 088

3434

Tacikistan

       2,3

         8

    340

926

  1 531

2834

KKTC

---

         4

 

15100

 

 

 

Tablo:3- Kardeş Ülkelerin Dış Ticaret Durumları

 

Ülke Adı

2005 Yılı İhracat (Milyar Dolar)

2015 Yılı İhracat (Milyar Dolar)

2005 Yılı İthalât (Milyar Dolar)

2015 Yılı İthalât (Milyar Dolar)

Türkiye

     72,5

144

   101

207

Kazakistan

     30,1

45,9 (1,276)*

     17,6

30,6 (0,739)

Türkmenistan

       5,1

9,2 (0,55)

       4,2

5,5 (1,86)

Azerbaycan

       6,1

11,327 (0,278)

       4,7

9,211 (1,8)

Özbekistan

       5,4

6,1 (0,49)

       3,8

10,3 (0,71)

Kırgızistan

       0,8

1,646 (0,84)

       0,9

3,938 (0,164)

Tacikistan

       0,8

0,9 (0,2)

       1,051

3,6 (0,163)

KKTC

---

0,118

---

1,5

*Parantez içindeki terimler Türkiye ile olan ticari ilişkiyi göstermektedir.

 

            SONUÇ: HAVF VE RECA ARASINDA

Bağımsızlıklarının yirmi beşinci yılında Türk Cumhuriyetlerini, Türk Dünyası bütünlüğü içinde mercek altına yatırmaya çalıştığımız bu çalışmada sonuç olarak şunları ifade edebiliriz:

Türkiye kardeş cumhuriyetlerin bağımsızlığını tanıyan ilk ülkedir. Türkiye’nin gururu olan bu davranış, kardeş cumhuriyetlerin yöneticileri ve halkları tarafından da hâlâ muhabbetle ve takdirle hatırlanmaktadır.

Batı ülkelerinin, uluslararası ilişkilerde hak yerine menfaati gözeten bir anlayışa sahip olduğunu Ermenistan Azerbaycan ilişkilerinde bir kez daha gözlemledik. AGİT, Hocalı katliamından hemen sonra 24 Mart 1992’de Minsk grubu adı altında konuyla ilgili olduğu düşünülen Belorusya, İtalya, Türkiye, Finlandiya, İsveç, Fransa, Rusya, ABD ve Almanya’dan oluşan bir müzakere grubu oluşturdu. Ermeni- Azeri savaşı da 1994’te Rusya’nın arabuluculuğuyla ilan edilen ateşkesle 1994’te durmuş oldu. Ancak işgal edilen reyonlar ve Dağlık Karabağ halen fiili Ermeni işgali altındadır. 1994’te Minsk grubu Fransa, Rusya ve ABD’den oluşan üçlü bir eş başkanlık tesis etti. Bu troykanın Ermenistan lehine tutumlarına, 2007’de Ermenistan lehine kararlardan oluşan Madrid Bildirgesini taraflar kabul etmiş olmasına ve 2008’de bu hususu teyit etmiş olmalarına rağmen Ermenistan batının şımarık çocuğu olmaya devam etmektedir.

Azerbaycan Ermenistan gerginliği yanında Türk Dünyası’nın problemli başka yöreleri de vardır. Ortadoğu (Irak, Suriye, İran ve şu anda dikkati çekmese de Suudi Arabistan) Türkleri, Doğu Türkistan, Kıbrıs ve Batı Avrupa Türklüğü varlıklarını geleceğe taşımak diye ifade edebileceğimiz bir olgu bakımından kardeşlerimiz adına endişe duymak durumundayız.

Türkistan Cumhuriyetlerinin Su problemini bir an önce halletmeleri bölgede istikrarlı bir birlikteliğin en önemli şartıdır. Gelişen ilişkiler yumağında varlığımız geleceğe taşımak ve piyon ülkeler değil başat bir güç konumunda olmak için birlik olmamız şarttır. Eğer birliğimizi sağlayamazsak, Allah esirgesin, gelişen İpekyolu projesinde kimimiz Çin, kimimiz Rusya, kimimiz Amerika’nın yanına savrulup birer piyon ülke konumuna kalırız.

Meselâ Hidro karbon enerji kaynakları bakımından dünyanın önemli rezervlerine sahip bölgede bu enerjinin jeopolitik önemi ayrı bir çalışma konusudur. Ancak bu enerjinin sahiplerinin bu enerjinin ticaretinden ortaya çıkacak iktisadi faydanın aslan payını almaları en tabii haklarıdır. Bu ise ancak birlikle sağlanır.

Birliğimizi gerekli olduğunu gösteren diğer bir önemli konu Uluslararası ticareti kolaylaştıracak ve kardeşlerimizi birbirlerine ve dünyaya entegre edecek taşımacılık ve gümrük muafiyetleri konusunda yapılanlar, bölgesel projeler ciddi gelecek vizyonlarını ortaya koymaktadır. Ancak bu uluslararası projeler hayata geçerken, biz aralarında birlik sağlayamamış ülkeler olarak kalırsak, başat ülkelerin hakimiyet mücadelesinde “jeopolitik” önem vurgusu yapılan edilgen bir konumdan öteye geçemeyecek, piyonlar olacağız.

         *                   *                   *

Doğu Avrupa ülkelerinin yapısı ve şartları ile Sovyetler Birliği içinde kalan cumhuriyetlerin ve özerk devlet ve siyasî toplulukların, özellikle Türk ve Müslüman olanların yapısı ve şartları aynı değilse de Sovyet sonrası dönemde ortak bazı değişimler her yerde yaşandı. Eskinin “partokratları” şimdinin zengin kapitalistleri oluyordu.

Serbest piyasa ekonomisinin bu “küresel” yani ülkeden ülkeye, toplumdan topluma değişmeyen özelliğine karşılık, Rusya’nın egemenliğini demir pençe haline getiren totaliter rejim, Doğu Avrupa’dan çok Sovyetler Birliğinde ve Türk Cumhuriyetlerinde daha bir süre devam edecek gibi duruyordu.

Gostplan”, yani merkezi plânlama, Moskova’dan yapılır ve bütün cumhuriyetler buna uymaya mecbur edilirdi. Moskova dışında kimseye inisiyatif bırakılmamıştı. Diğer yandan totaliter rejimin eğitim sistemi de tek tip insan tipi “homo sovyeticus” yetiştirmeye çalışıyordu.

Homo sovyeticus gerçekleşmedi ama insanlar, özellikle Stalin zamanında aşırı baskıya dayanan uygulamalarla sindirilmiş yığınlara dönüştü. Sonraki yıllarda baskı hafiflerken, devam eden yanlışlıklarla bu yığınlar açlığı da tattılar.

Değişim döneminde bu iradesi alınmış topluluklar hâlâ sömürülmekte, BDT üyesi ülkelerde küresel sermaye bu topraklarda insanların refahına değil, kendine ve bir avuç yerli ortaklarına hizmet etmektedir; enerji üretiminden ve her türlü ticaretten oluşan artık değer bunların cebine gitmekte, gelir dağılımındaki dengesizlik artmaktadır. Yani serbest piyasa ekonomisine geçiş, sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilememektedir. İnsanlar, on – onbeş yıl gibi kısa bir zamanda komünist dönemi arar hale gelmiştir.

Şimdi kardeşlerimiz bir taraftan serbest piyasa ekonomisine geçiş çalışmalarını gerçekleştirirken bir taraftan da demokratik değerleri benimsemiş bir ülkenin vatandaşları ve idarecileri olarak yetişmiş insan gücünü hazırlama çalışmalarını yapmak durumundadırlar.

Geçiş döneminde demokrasiye hâlâ geçilebilmiş değildir. Muhalefetin hayat hak hakkı bulduğu, partilerin hür irade ile kurulduğu çok partili bir parlamenter sisteme geçildiğini söylemek hâlâ zordur; bununla birlikte bilhassa Kırgızistan’da ve bir ölçüde Kazakistan’da bu noktada ciddi ilerleme kaydedildiği görülmektedir.

Partilerin ve insanların siyasî farklılıkları yüzünden birbirine düşman olmadığı, birbirlerini hoş görebileceği bir zihniyete bütün dünyanın olduğu gibi bizim topluluklarımızın da ihtiyacı vardır.

Geleceğe yönelik objektif öngörüler karamsar olmamıza, endişeli olmamıza yol açmaktadır. Türk Dünyası 21. Asrın ilk çeyreğinde hala “havf ve reca” arasındadır. Türkistan coğrafyasında Amerika, Rusya ve Çin arasındaki mücadeleler, Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede İsrail’in güvenliğini maksimize etmeye yönelik girişimler endişeli olmamızın başlıca sebepleridir. Ülkelerimizin basiretli öngörülerle birbirine yaklaşabilme çabaları içine girmeyi engelleyen, kişi ve zümre menfaatlerini ülkelerimizin gelecekte var olmasından daha önde gören kısır ve dar görüşlü yaklaşımlardan kurtulamadığımız sürece endişelerimiz devam edecektir.

Buna karşılık akılcı ve gerçekçi gayretlerle birliğimizi pekiştirebilirsek Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları isimli kitabında en uzak diye gösterdiği hedeflerin çok yakın olması işten bile değildir.

Dün Rusya için imkânsız görülen Sovyetlerin kendini feshetme olgusu gerçekleşti. Yarın için de ABD’nin bir güç olmaktan çıkması imkânsız görülebilir. Ama Rusya’nın başına gelen ABD’nin de başına gelirse bu artık bir sürpriz olmayacaktır. Ne var ki biz bu tip beklentilere bel bağlamadan, kendi göbeğimizi kendimiz kesebilmeliyiz.

Özet olarak Türk Dünyası’nın bir güç haline gelmesi, çok zor, hatta imkânsız görülebilir. Ancak biz gayret edelim, doğru okumalarla, doğru hedeflere yönelelim. Samimiyetle bir tehdit gücü olmak yerine bir huzur ve barış gücü olmayı murat edelim. Tarihimizin şahitliğinde geleceği yine biz kurgulayabiliriz.

O tarihin şahitliği göstermektedir ki, yeryüzünün ihtiyacı olan “Küresel Adalet” bizim tarafımızdan tesis edilebilir.

Yarın elbet bizim elbet bizimdir

Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir.



[*]Dr. Baymirza Hayit, 2000, Sovyetlerde Türklüğün ve İslâm’ın Bazı Meseleleri, TDAV, İstanbul.

[†]İdil Ural: Tataristan, Başkurdistan, Çuvaşistan, Mari El, Udmurtlar, Karel, Komi, Mordovya,

   Kafkasya: Adige, Çeçen, İnguş, Çerkez-Karaçay, Kabartyay-Balkar, Kalmuk, Dağıstan, Kuzey Osetya,

   Sibirya: Buryat, Altay, Tuva, Saka, Hakas.

 



[I] Bu yazı, Eskişehir Türkocağının 6-7 Mayıs 2017 tarihlerinde düzenlediği Beşinci Gençlik Kurultayında açılış konferansı olarak yapılan konuşma metnidir.