Putin 22 Şubat’ta yaptığı konuşmada “Ukranların Slav halkı olarak Ruslardan ayrı sayılmadığını, onları Osmanlı İmparatorluğundan Çarlık Rusya’sının kurtardığını, Sovyetler kurulurken Lenin’in Çarlık Rusya’sının egemenliği altındaki halklara kendini yönetme hakkı verdiğini, böylece Ukrayna’nın bir Sovyet Cumhuriyeti olduğunu, bunun Lenin’in hatası olarak değerlendirdiğini” söyledi, 24 Şubat’ta da harekâtı başlattı.

1985’te Ötüken yayınevinin çıkardığı 12 ciltlik Yeni Türk Ansiklopedisinin 11. Cildindeki Ukran maddesine göre Ukranlar, bizim tarihimizde Deşt-i Kıpçak denilen sahada yaşayan ve XII. Yüzyıldan itibaren Ukran dilinin oluşmasına paralel olarak Ruslardan ayrı bir etnisite haline gelen bir topluluktur. Ukrayna topraklarının büyük bir kısmı XV-XVIII. Asırlar arasında Osmanlı idaresinde kalmıştır. Daha sonra Rusya egemenliğinde kalan Ukranlar, gerek Çarlık döneminde gerekse Sovyetler zamanında gizli bir milli teşkilât kurmuşlardır. Enver Altaylı’nın 2013’te Doğan Kitaplarından çıkan Ruzi Nazar kitabının 244. Sayfasından aldığım bilgiye göre bu teşkilâtın sembol isimlerinden Banderra, tıpkı Troçki gibi Stalin tarafından suikastla öldürtüldü.

 

Rusların ataları olan Doğu Slavları M.S. VIII. yüzyılda Dinyeper nehri ve kolları etrafında yerleşmeye başladılar. Buralarda tarım ve hayvancılıkla uğraşan bu Slav toplulukları, şehirleşmeye de o tarihlerde başladılar ve Kiev, Çernigov ve Novgorod gibi şehirler kurdular. IX. Asır ortalarında Urallardan batıya doğru ilerleyen Peçeneklere karşı Varyaglardan (Vikinglerden) yardım istediler. Bu talebe olumlu cevap veren Varyag prensi Rürig, bu Slav grubunun ilk devlet başkanı sayılır. Rürig yönetimindeki topluluk organize oldu ve Bizans’a karşı seferler düzenlemeye bile başladı ve İstanbul’u ilk defa 866 yılında kuşattı. Rus tabiri de bu Knez Rürig yönetimindeki topluluklar için ilk defa o zamanlar Bizans kaynaklarında kullanılmaya başlamıştır. Bu sefere giderken Rürig’in iki adamı Askold ve Dir, 865’te Dinyeper kıyısında o zaman küçük bir şehir olan Kiev’i Hazarlardan aldı ve burayı kendi yönetim merkezleri yaptılar. Böylece Rus tarihini bu en erken döneminde Novgorod merkezli kuzey ve Kiev merkezli güney bölünmesi ortaya çıktı.

 

Görüldüğü gibi Rus tarihinin daha bu en erken dönemlerinden itibaren Rus tarihi ile Türk tarihi, M.S. IX. Asırdan itibaren adeta bileşik kaplar gibi, birlikte seyretmeye başlamıştır. Rus tarihini konumuz bakımından daha çok Türk topluluklarıyla ilişkiler bakımından ele alacağız. Gerçi bu açıdan bakınca dahi Rus tarihinin tamamı ilgi alanımıza giriyor, biz özet yapmaya çalışacağız. Ancak daha tafsilâtlı bir özet için benim de yararlandığım Özbay (2006)’yı tavsiye ederim (Rusya Stratejik Araştırmaları-1, Editör Dr İhsan Çakmak, Tasam yayınları, İstanbul, sayfa: 13-27).

 

Rus tarihini kuruluş (866-1242), Tatar boyunduruğu (1242-1487) ve yükseliş dönemleri (1487-1992) şeklinde üç dönem halinde inceleyebiliriz. 1992’de Sovyetlerin dağılmasıyla Rus tarihinin dördüncü dönemi başlamıştır. Putin’in 2000 yılında başkanlığa gelmesiyle bu dönem bir duraklama dönemi görüntüsünü kaybetmiş, Rusya tekrar toparlanmaya başlamıştır. Ancak Türkiye’nin Türk Dünyasındaki diğer bağımsız ülkelerle birlikte derli toplu, planlı bir siyaset geliştirmesi halinde Rusya’nın bu toparlanması devam etmeyecektir. Putin dönemi, Osmanlıların Köprülü dönemi gibi bir döneme benzemektedir. Nitekim Rusya içinde Putin her geçen güçlenen bir muhalefetle karşı karşıyadır. Bu muhalefeti türlü çeşitli argümanlarla etkisiz hale getirmeye çalışan Putin’in son hamlesi Anayasa değişikliği kanun taslağı olmuştur. Bu kanun 22 Nisan 2020’de referanduma gidecekti. Fakat Covid 19 Pandemisi  dolayısıyla haziran ayı sonunda yapıldı. Bu anayasa değişikliği ile Putin, 2036 yılına kadar Başkan seçilme imkanını elde ettiği gibi, Başkanlık sistemini pekiştirdi ve etnik grupların özerkliğini tamamen anlamsız hale getirecek mülki idari düzenlemelere gitti. Eğitimde ve Kültürde Rus dilini tek dil haline, Rus üstünlüğünü simgeleyen bazı sembollere karşı oluşu suç haline getiren yasal düzenlemeler yaptı.

 

 

1950’li 60’lı yıllarda Macaristan’a Çekoslovakya’ya, 1979’da Afganistan’a saldıran Sovyetler, 1980’de Kerkük Türk’ü Necdet Koçak’ı ve arkadaşlarını idam ettiren Saddam, 2000’lerin hemen başında Irak’a, Afganistan’a saldıran ABD, 2017’den beri Doğu Türkistan’da sistematik bir kültürel imha politikası uygulayan Çin vb hepsi yanlış yapmıştır. İnsanlığın bu yanlışı kim yaparsa yapsın takbih etme bilincine erişmesi lazım.

Bu arada, BM Güvenlik Konseyinin statüsünü revize edilmesi ve daimi üyeliklerinin feshedilmesi gerekiyor. Beş daimi üyeden insan hakları ihlâli bakımından vukuatı olmayanı var mı?

Başka bir fenomenle de bu küresel bakış tarzına sahip olma gereğini açıklayabiliriz: BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini ve sözleşmenin uygulama protokollerini ülkeler kendi menfaatleri açısından imzalıyor veya imzalamıyor. Oysa bu Dünya’yı saran atmosferin Ozon tabakasının  Avusturalya’nın üstünden delinmesiyle, İskandinavya’nın üstünden delinmesi arasında ülkelere vereceği zarar bakımından bir fark yok. Milliyetçilik, “dünyanın tamamını korumakla kendi milletimin geleceğini de korumuş olurum” gibi bir dünya görüşüne evirilmek zorundadır.

 

Ukrayna’daki Rus azınlığı bahane olarak kullanmak, yarınlarda başkalarının da Rusya içindeki azınlıkları kullanmasına bahane olarak kullanmasına yol açabilir. Putin doktrini diye bir izin verilerek her ülke, başka ülkelerdeki diasporasını kullanmayı bir yöntem haline getirebilir. Putin “ben bunu göze alıyorum, hodri meydan” diyebilir ama Rusya’nın toplumsal ve ekonomik yapısının bunu uzun süre kaldıramayacağını anlayacak Ruslar da vardır.

 



[1] Bulgarlar, Türk boyu olan Bulgarların yönetiminde XI. Yüzyılda devlet olmuşlar, zamanla bu yönetici Bulgarlar, Slav topluluğuna isimlerini bırakarak Slav çoğunluk içinde kaybolmuşlardır.