Mahmut Övür yazmaya devam ediyor. Ona cevap verdikten sonra Soner Yalçın ve diğer gazeteci yazarların yazdıklarına da cevap vermeye çalışacağım. Ancak bugün biraz hicivle geçiştirelim.

Doğru haber, ilkeli duruş. Böyle gazetecilere şapka çıkarırım. Türkiye’de yok mu? Var hem de çok. Ama bazıları çarpıtma haber vermeye kendini mecbur hissediyor. Böylelerini dikkate alan bazı dostlarım da bana “yahu boş ver cevap verme, senin anlattığın gerçekleri alırlar üzerine kendi istediklerini giydirerek yeniden yazarlar. Uğraşmayın hukuk yoluna başvurun, hakaret davası, tazminat davası açın” diye son derece mantıklı tavsiyelerde bulunuyorlar. Ben elbette ailemin başka üyeleriyle birlikte yargıya gideceğim ama bunların çarpıtma ihtimallerini göze alarak yazmaya devam edeceğim. Çünkü yargının işi başından aşkın, aslında kamu davası olacak yazılar var; bizim şikayetçi olmamızı beklemeden savcıların soruşturması gereken yazılar. Adam “bütün bir aile FETÖ’cüdür, hepsini soruşturmak lazım” diyor. Bu kamusal bir suç değil midir? Onun için hukuk yolundan sonuç alamama ihtimalini göz önünde bulundurarak sosyal medya üzerinden mücadele etmeye devam edeceğim. Necip Fazıl-Bedii Faik, Peyami Safa – Nazım Hikmet tartışmalarının seviyesini bulamayacağımızı tahmin ediyorum ama ben seviyeli yazmaya çalışacağım.

Bu “çamur at izi kalır” mantığına dayanan gazetecilik tarzı yeni de değil. Çarpıtma habere bir örnek olarak ilk fıkrayı anlatayım:

                              *             *            *

AKBULUT’UN SABİLE HANIM’I


Nakaratı “Eller ayırsa bile/ Yıllar ayırsa bile/ Yollar ayırsa bile/ Biz ayrılamayız” olan bir şarkı vardı; Zeki Müren çok güzel söylerdi.

Turgut Özal 1989’da Cumhurbaşkanı seçilince Yıldırım Akbulut ANAP Genel Başkanı ve Başbakan oldu. O şarkının sözlerindeki “… ayırsa bile” şeklindeki nakaratı “Sabile” isimli bir hanım ismi sanmış ve “kim bu Sabile Hanım” gibisinden bir şeyler sormuştu. Bunun üzerine bazı gazeteciler veryansın etiler, bu yanlış anlamayı istismar ederek Akbulut hakkında bir hiciv ve karalama kampanyası yürüttüler.

Kendisini sanıyorum 1990 yılında başbakanlığı sırasında bir konu için ziyaret ettiğimde 10 dakika kadar görüştük. O zaman edindiğim intiba, basında hakkında çıkarılan anlaması yavaş, basit, sıradan bir adam imajından çok farklıydı, karşımda ağırbaşlı bir devlet adamı vardı. Daha sonra bu kanaatimi rahmetli Galip Erdem’e söylediğim zaman aşağıdaki fıkrayı Akbulut’a uyarlayarak anlatmıştı:

Yıldırım Akbulut basın danışmanını çağırmış,

Bu basın benim aleyhime çok yazıp çizdi. Ben nasıl bir adam olduğumu artık göstereyim, zaman geldi” demiş. Ve basın ertesi gün saat 10’da İskenderun Körfezine davet edilmiş.

Başbakan “hakkımda o kadar ileri geri yazdınız ki, ben bugüne kadar tevazuumdan ses çıkarmadım ama yetti artık” demiş ve körfezde denizin üstünde 10 dakika kadar yürümüş, gezmiş dolaşmış. Sonra da

Siz basın mensubusunuz, Karadeniz’de yürüyemezdi ki filan dersiniz. Neme lazım. Hadi binin helikopterlere Sinop Taş ucunda gidiyoruz.

Aynı gösteriyi Akbulut orda da yapmış.

Ertesi gün gazetelere manşet: “Akbulut yüzme bilmiyor”.

                              *             *            *

DEMOKRASİMİZ DÖRT AYAĞININ ÜZERİNE DÜŞTÜ DÜŞECEK

Yine 1990 yılı idi. Rahmetli Demirel’in bir konferansına gitmiştim. Konuşmasının sonunda bir hocamız “Beyefendi, gayet güzel vr doğru şeyler söylediniz; bunlara katılmamak mümkün değil. Ama Türkiye’nin başka dertleri de var. Bunların başında güçlü bir merkez sağ oluşturmak geliyor. ANAP ile DYP bir araya gelseniz de bu derdimize bir çözüm oluştursanız ne güzel olurdu” dedi. Demirel’in bu temenniye cevabı bir fıkra idi:

“O dediğiniz derdi çözmek mesele değil. Özal benim müsteşarımdı. Oturur, konuşuruz. Beni sayar, sever, sözümü de dinler. Ama daha büyük bir derdimiz var. O çözülmeden bizimkini halletmenin bir önemi yok. Nedir o daha büyük dert?”

“Kaplumbağa hacca gidiyormuş. Demişler ki

-          Sen bu yürüyüşle nasıl menzile varacaksın?

-          Varırım. Allah bana yavaş yürüyüş verdi ama ömrünü de uzun etti. Onun için bu yürüyüşle de varmasına varırım ama köyde kasabada yaramaz çocukları yok mu? Bani tutup ters çeviriyorlar. Dört ayağımın üstüne dönmek çok zaman alıyor.

“Demokrasimiz şimdi dört ayağının üzerine düştü düşecek. İnşallah yaramaz çocuklar bir daha ters çevirmez de biz de güçlü bir merkez sağ oluşturmanın yoluna bakarız.”

      Bendeniz de yaramaz çocuklardan mustarip idim. Ama 15 temmuzdan sonra iyice anladım ki yaramaz çocuklar askerlerden ibaret değilmiş. Önceki müdahalelerde de başarılı veya başarısız her darbe teşebbüsünün sivil işbirlikçileri olduğunu daha iyi idrak ettim. Sivil yaramaz çocuklar kaplumbağayı çevirince? Dönmesine yarım edecek kimse de kalmıyor.

                              *             *            *

SİZ ÖNCEKİLERİN HEPSİNDEN DAHA BÜYÜKSÜNÜZ HALİFE HAZRETLERİ

Aşağıya aktardığım, Abbasi halifesi Harun Reşit ile Behlül Dane arasında geçtiği rivayet edilen sohbeti de siz günümüze uyarlayıverin artık.

Behlül Dane’ye demiş ki halife,

-          Gece benden önceki halifeyi rüyamda gördüm. Ümmete hizmetin iyi ama bana yetişmen mümkün değil” diedi bana. Behlül Dane cevap Vermiş,

-          Efendim iyiydi ama size yetişmesi mümkün değil

-          Niye ki?

-          O kardeşinden, yani sizin amcanızdan çekinirdi. Ama siz ne amcanızdan ne de kardeşinizden çekiniyorsunuz. Aslanlar gibi kimseyi umursamadan bildiğiniz yapıyorsunuz.

-          Aslanlar gibi dedin de Allah’ın Aslanı derlerdi babamdan önceki halifeye. O da Allah için güzel hizmetler yaptı.

-          Efendim yaptı sağolsun ama siz ondan da daha cesur işler yaptınız.

-          Yahu Behlül dane büyüttün artık. Benim ondan daha cesaretli yaptığım ne olabilir?

-          Halife Hazretleri o Türklerin kumandanından çekinirdi. Siz hç kimseden korkmadan adaletle icraat yaptınız.

-          Yahu sahiden adalet dedin de Allah Hazret Ömer’den razı olsun.

-          Evet efendim razı olsun da siz Ömer’den de büyüksünüz?

-          Yahu kardeşim nerden çıkardın bunu şimdi?

 Efendim gayet açık. Ömer Allah’t